226) KUT VE TÖRE NEDİR?

Yayin Tarihi 31 Temmuz, 2013 
Kategori KÜLTÜREL

KUT VE TÖRE NEDİR?

image00120.jpg

Göktürkler devrinden kalma Irk Bitig adlı bir kaynakta şöyle bir cümleye rastlıyoruz: (Tanrı diyor ki) “Ben kara yol Tanrısıyım. Kırılanları birleştiririm; yırtılanları onarırım.”

Bu cümlede Tanrı konuşmakta, yani “Kelam” sıfatını kullanmaktadır. Ama söyledikleri daha da önemlidir. O, kendisini “Kara yol Tanrısı” olduğunu ve “kırılanları birleştirdiğini, yırtılanları onardığını” belirtiyor. Yazımızın büyük kısmının şifresi bu cümlede gizlidir. Sondan başa doğru ele alıp tahlil edelim

“Kırılanların birleştirilip yırtılanların onarılması” ifadesi, İslami anlayış içinde Cenabı Hakk’ın “Cebbar” isminin tarifinde aynen karşımıza çıkmaktadır. Fakat Tanrı inanışı ile Allah inanışı arasındaki benzerlik bundan ibaret değildir

Diyanet İşleri neşriyatından Ali Osman Tatlısu imzasıyla yayınlanan Esmaü’l Hüsna Şerhi’ni esas alıp Eski Türk kaynaklarına akseden Gök Tanrı inanışını araştırdığımız bir çalışmada Sıfatlar ve Esma’yı birlikte değerlendirdiğimiz için Tanrı ile Allah inanışları arasında yüzden fazla benzerlik tesbit etmiş bulunuyoruz

Birkaç misal verelim.
Allah Kadim, Tanrı Bayat; Allah Baki, Tanrı Mengü; Allah İrade sahibi, Tanrı Erkli; Allah Kadir-i Mutlak, Tanrı Oğan; Allah Semi, Basar; Tanrı duyan, işiten; Allah muhalefet’ün-lil havadis ve müstağni, Tanrı Mungsuz; Allah Halim, Tanrı Tuzun; Allah Halik, Tanrı Törütgen vs… dir. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Fakat yazımızı uzatmamak için burada sadece fikir verecek kadarını zikretmeyi kafi buluyoruz. Bahsettiğimiz araştırma sonucunda gördük ki aslında İslami telakkiler içindeki Allah inancıyla Eski Türk’ün “Gök Tanrı” dediği kudret değişik ad taşımakla beraber aynı büyük kudret ve yaratıcı ilahtır

Baştaki cümlede bir de “Kara yol Tanrısı” ifadesi vardı. Acaba bu ne demektir?

Doğrudan tarif veya bir hüküm vermektense, bu hükmün sizlerin zihninizde oluşmasını tercih ediyoruz. Bunun için önce İslamiyet’te “siyah” renge verilen değeri birkaç ana unsur arz ederek nakletmeye çalışalım

1280’lerde Maveraünnehir’de Nesef (veya Nahşeb) kasabasında yetişen bir Türk-İslam filozofu vardır. Adı Azizeddin Nesefi’dir. Nesefı, devrin geleneği icabı her dalda kendisini yetiştirmiş olmakla birlikte asıl mesleği hekimlik olan bir alimdir. Prof. Nihat Keklik’in tesbitlerine göre Nesefı tefekkür yoluyla hücreyi keşfetmiş ve hücrenin unsurlarına, kendisine göre adlar vermiştir. Hatta Nihat Keklik, Nesefı’nin tamamen tefekkür yoluyla redüksiyon bölünmeyi dahi keşfettiğini söylemektedir. Burada bizi ilgilendiren husus, Nesefı’nin hücre çekirdiğine verdiği isimdir. O, çekirdeğe “Sevda” demiştir. Sevda, yanı kara nokta veya aşk. Kısa bir araştırına neticesinde gördük ki, “svd” sülasisinden türemiş ve mefhum değeri kazanmış birçok tabir vardır

Mesela: Kara nokta, Sevad’ül-ayn: Göz bebeği; (bu tabir önemli) Sevad-ı Azam: Ulu şehir yani Mekke demekmiş. Sevad’ül-kalb: Kalpteki İcara nokta, can noktası, insanın zamiri demekmiş. Sevad-ı Müslimin: İslam cemaati manasına geliyormuş

Kabe örtüsünün siyah olduğunu, Mirac’da Hz. Peygamber île Cenab-ı Hakk’ın bir siyah nur aleminde buluştuklarını, burada bir yayın iki ucu gibi birbirlerine değecek kadar yaklaştıkların! Biliyoruz

“Sevadül vech fi’d dareyn” tabirinin: Fena fıllah makamının diğer bir adı olduğunu, tasavvufta mut-mainne makamının, seyr-î sulukta bu makama gelen dervişin nurunun siyah olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de Nur Suresi’nin 35. Ayetinde “Allah göklerin ve yerin nurudur, önün nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir. O billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan yani zeytin ağacından çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahî ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah insanlara (işte böyle) temsil verir. Allah herseyi bilir, dendiğini,

Mesnevi’de Hz. Mevlana’nın “Allah siyah bir nurdur” dediğini, yani siyah renk ile, sevda kelimesi ile bir hakikat anlayışının ifade edildiğini öğrendik.

Bu misaller çoğaltılabilir. Ama gördük ki siyah renk bu sebeplerle kudsiyet kesbetmiş ve aynı zaman aşk, muhabbet demek olan “Sevda” kelimesi bu çekirdek manası dolayısı ile de Azizeddin Nesefı tarafından kullanılmıştır. Bu konuda Türkler’de de durum pek farklı değildir. Çünkü “kara” hakikat gerçek, çekirdek manalarını da taşıyan bir kelimedir, Arapça’daki Sevadü’l-ayn gibi Türkler de göz bebeğine “Karak” demişlerdi. Bilinen en eski Türk bayrağı, yani Alp Er Tunga’nın,.bayrağı siyah renkli idi. Hakan siyah bir posta oturarak vazifeye başlamaktaydı. Töre ve devletin asıl sahibi olan kavim Sevadül müslimin gibi “Kara bodun” adını taşıyordu. Türkler en eski atalarına “Karahan” diyorlardı, hatta kışın maksimum noktası, her tarafın bembeyaz karlarla kaplandığı an “katıksız kış” manasına gelen “kara kış” diye isimlendirilmiş ve bizzat Tanrı “Ben kara yol Tanrısıyım” demekle bu meseleye açıklık getirmişti. Burada Türkçe’nin güzel bir azizliği ile karşılaşıyoruz. Türkçe’de birleşik kelime gruplarından biri de manayı pekiştirmek için aynı manaya gelen kelimenin yan yana kullanılmasıyla oluşur. Dede Korkut’un Allah-Tanrı | deyişi gibi, türlü çeşitli dediğimiz gibi bir de Kara Sevda deriz ki Sevda ve kara kelimeleri arasında münasebet burada bütün açıklığıyla belirmektedir. Asıl mevzuya girebilmek için misalleri kesiyor ve yine baştaki cümlede geçen ‘Yol” kelimesine dönmek istiyoruz.

Evet böyle bir Tanrı ve hakikat anlayışının beşeri plandaki tatbikatı nasıl bir sistemle gerçeklik kazanmaktaydı? Bu konu üzerinde duralım. Evet bu hakikatlere insanlar hangi yoldan ulaşmaktaydılar? Tanrı’nın koyduğu “yol”un mahiyeti ne idi?

İşte bu noktada karşımıza Töre çıkmaktadır ve Töre kelimesinin diğer bir manası da yol demektir. Bir örnekle arz edeyim:
Bilindiği gibi Yusuf Has Hacib’in Balasagun’da ve 1070’lerde yazdığı, Kut kazanma bilgisi veren ve orijinal Türk düşüncesini, devlet anlayışını en derli toplu şekilde ortaya koyan Kutadgu Bilig adlı bir temel eserimiz vardır. Bu eserde, her biri kültürümüzün bir temel değerini temsil eden dört adet sembol kahraman, karşılıklı soru-cevaplarla geçmişten o güne kadar ulaşan içtimai yapı ve milli felsefemizi işlerler.

Bu eserin baş kahramanı Töre’dir. Eserde şahıs kimliği verilmiş ve Küntogdı adı ile Hakan rolü yüklenmiştir, burada Töre-Güneş-Hakan sembol silsilesine dikkat çekmek isterim.

İkinci kahraman Kut’dur. Eserde vezir rolündedir. Ona verilen isim ise Aytoldı’dır. Burada da Kut-Ay-Vezir sembollerine dikkat edilmelidir. Diğer iki kahraman akıl ve irfan mefhumlarıdır ve eserde Kut’tan doğan, yani Aytoldı’nın oğulları olarak takdim olunmuşlardır. Birincisi öğdülmiş adıyla vezir, ikincisi ise Odgurmış adıyla manevi uyanıklığın sembolü, devlet müşaviri sıfatıyla eserde yer almışlardır. Biz şimdilik ilk iki kahraman üzerinde duracağız. Hükümdar ve vezir, yani Kut veTöre üzerinde.

Peki, KUT nedir?

Bu konuda birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmaların bir dökümü Doç. Dr. Abdülkadir Donuk Bey’in bir çalışmasında topluca verilmiştir. Oralara girmeden neticeyi, Kut hakkında verdiğimiz son hükmü sizlere arz edeceğiz.
KUT; Gök Tann’nın her an, her yerde mevcut olan tecellisine, insanın töreye uymak suretiyle, kendi içinde yaptığı nefis tasfiyesi sonucunda, kendi varlığında mazhar olması demektir. İnsanın kendi öz cevherinde Tanrı ile temasa geçmesi manasını taşıyor.

Burada mühim olan nokta insanın Töre’ye uymaksızın Kut kazanamayacağı noktasıdır. Şimdiye kadar sadece hakanlara mahsus ve sadece siyasi iktidar manasına geldiği zannedilen Kut’un, bu manaları yine mahfuz tutulmakla birlikte, bütün beşeriyet için geçerli bir ideal olarak anlaşıldığını tesbit etmiş bulunmaktayız. Kutadgu Bilig’e göre en üst seviyede Töre emri olan Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi’nde maksat bütün dünyanın “Kut Kuşağı” bağlamasını temin etmek, kurt ile kuzuyu bir arada yaşar hale getirmekti. Yani zıt unsurları ahenkleştirmek bahis konusuydu. En alt seviyede ise atasözü dinlemek, misafir ağırlamak, hikmet ehline yani bilgelere yakın olmak gibi hususlar, yalansız, dürüst ve doğru bir hayat yaşamak kutlanma sebebidir ve herkese şamildir.

Öyle anlaşılmalıdır ki, İslamiyet’teki Allah’ın Rahim isminin tecellisinde olduğu gibi, Tanrı güzel ve istediği istikametteki davranışları sebebiyle kullarına hususi teveccüh gösterdiği taktirde bu hal “kutlanma” diye tavsif olunmaktadır.

Kutadgu Bilig’in kozmik alemi tasvir eden girişinde, 137. beyitte Yusuf Has Hacib: “Bütün bu gezegenlerin en altında ay dolaşır ve güneşle karşı karşıya gelince dolunlaşır” diyor. Yani ayın, ışığını güneşten aldığından haberdar olduğunu bildiriyor. Keza kahramanlarını tanıttığı bölümde de Töre’yi güneşe, Kut’u aya benzettiğini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikle açıklıyor.

Orhun Kitabeleri dahil kaynaklarımızda son derece açık bir husus vardır. Kut’un kaynağı Tanrı’dır. Ama Kut’un görünür hale gelmesini Töre’ye borçlu olmasını nasıl anlamalıyız? Bu manzara, Tanrı ile Töre arasında zaruri bir münasebeti gerektirmez mi? Tanrı’nın Kutunu Töre’ye uyan, o istikamette hizmet eden kişilere vermesi de bunu gösteriyor olmalıdır.

Nitekim Kutadgu Bilig’in 3192. beytinde:
“Ugan ol koni çın toru birgüçi
Törümiş kamg halkka yetrü küçi”
yani; “Tanrı kadirdir, adildir, gerçek töreyi koyan O’dur, yarattığı bütün mahluklara gücü yeter” ifadeleri Tanrı ile Töre arasındaki münasebeti bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Yani Töre, Tanrı’nın türetilmişler için koyduğu nizamdır ve buradaki türetilmişlerin hududu da bir başka beyitte (3463. b):
“Bu kök tirgüki ol könilik Toru” yani: “Adalete dayanan töre bu gökyüzünün direğidir..” ifadesinde belirmektedir. Buradaki Töre anlayışı, aynı zamanda kainatın da nizamı sayılmaktadır. Görüldüğü gibi Kutadgu Bilig’e göre Töre ilahi nizamdır ve Tanrı ancak kendi koyduğu nizama uyulduğu taktirde kut vermektedir.

Bir de Töre’nin insan anlayışı nedir, buna bakmak lazımdır. Çünkü Töre’yi koyan insandır. Hz. Adem’e nispet edilen insan.
Töre’nin insan anlayışı nedir? 

Yusuf Has Hacib bu konuda, insanlığı iki kategoride ele almaktadır:
1. Yalnguk,
2. Kişi.
Yalnguk; yanılan, hata ve gaflet içindeki bir insanlık seviyesini temsil etmektedir. Yalnguk adı ona yanıldığı için verilmiştir. Kişi adıyla belirtilen insan iki türlüdür. I) Bey, II) Bilge. Ve bu iki tip kişi yalngukların başı sayılmıştır. Burada bir açıklama yapmak gerekir. Bu tasnif mesela Hind’de yahut eski Avrupa’da olduğu gibi katı bir sınıf sistemi değildir. Yalnguk, gayretleriyle hem Kut kazanabilmekte, hem de ehliyeti nisbetinde yükselebilmektedir. Bu sınıflama insanların akıllarına göre yapılmıştır. Yalnguk hizmet ve ilim öğrenmek yoluyla hem bey hem de bilge olabilmektedir.

İnsana verilen değerin onun aklıyla mütenasip olduğunu belirttik, Kutadgu Bilig’de akıl hakkında da ikili bir tasnif söz konusudur. Aklın yalnguka mahsus olanının adı “Us”tur. Us günlük hayatı devam ettiren, basit meselelerde iyi-kötü ayrımını yapabilen basit akıldır. Gaflet bu akıl sahipleri için geçerlidir. Eski Türkçe’de gaflet bildiren: Usal, usallık, usayuk, usanma gibi kelimelerin us kökünden gelmeleri manidardır. Yusuf Has Hacib’e göre bu sıfatlar yalnguk seviyesine mahsus sıfatlardır. Gaflet ise bir türlü uyku halidir. Gerçeklere uyarlamamak demektir.
Aklın ikinci derecesinin adı ise “Ok” kelimesiyle verilmektedir. Ok, yahut Ög: Hayrı, serden ayırd etmek, aslını araştır- ; makla mükellef, hikmetle i meşgul olan, gönül sahibi kişilerde bulunan ve hikmete teslim olan bir akıl seviyesidir. Aynı kelimenin diğer manası ise “ana”: mefhumudur, şimdi anasız yerine kullandığımız öksüz kelimesi buradan gelmektedir. Dolayısıyla buradaki ok seviyesindeki aklın, asla mensubiyet, akl-ı küll ile münasebet bildirdiğini de düşünmek gerekecektir.
Böylece İslamiyet’te görülen beşer-insan (beşer yani insan olmakla müjdelenmiş, insan yani Allah ile ünsiyet kurmuş kişi) anlayışı ile, akl-ı meaş ve akl-ı mead tasnifini andıran bir sistemle karşı karşıya gelmekteyiz.
Kut kazanma bilgisi demek olan Kutadgu Bilig adı ve Kut’un da Töre’ye riayetle kazanılabileceği prensibi birlikte değerlendirilince görülecektir ki; Kutadgu Bilig, aslında bizzat Türk Töresi’nin anlatıldığı bir eser olarak yeni bir kıymet kazanmaktadır. Bu esere göre de Ög sahibi ve eserin 2. kahramanı olan Ogdülmiş yani Kut’un oğlu vezir; “aklı baştadır” derken, başını, eserde manevi uyanıklığın timsali olan İrfan ehli Odgurmış’a, eserdeki muhtevasıyla gönül sahibi, gönlü pişmiş bilge kişiye “benimki oyundur, hakikat sendedir” diyerek teslim etmektedir. Yani Kut= Akıl+İrfan’dır. Töre bu iki unsur tarafından konmakta ama Odgurmış’ın manevi vesayeti süreklilik taşımaktadır. Dolayısıyla Ögdülmiş’in temsil ettiği akıl, irfana boyun kesen bir akıldır.

Aileden devlete kadar Türkler’in bütün sosyal ve siyasi hayatını tanzim eden Töre’nin mücerred plandaki doğuşu böyledir. Müşahhas planda buradaki sembolleri temsil eden Bilgeler elinde teşrii hükümlere kavuşmaktadır. Bilge hakanlar ve devlet meclisi mahiyetindeki Toylar Töre üzerinde tasarruf yetkisine sahiptirler.
Burada Töre’nin teşrii hükümlerine girmeyelim. Ama görüldüğü gibi Tanrı dostu ve hakikat ehli kişilerce ihdas edildiği için -Çünkü Töre koymanın birinci şartı, Töre koyanın Bilge ve Kutlu kişi ; olmasıdır- ilahi nizam mahiyeti , kazanan bir sistemdir Töre.
Bu sistemdeki insan ve akıl anlayışı yanında gönül anlayışı da hayli ilgi çekicidir.
Yaratılışta insana verilen ilk nimetin gönül olduğu beyan edilmekte ve gönül, insan varlığının merkezi sayılmaktadır. Hal hatır sorulurken “gönlün nasıl?” diye sorulmaktadır. Kutadgu Bilig’e göre bilginin kaynağı gönüldür. Ancak akılla birleşmedikçe bir değer ifade etmez. Zira, nefsi, hevesleri zapteden, bağlayan akıldır ve hevesler dirilince gönül ölür. ; Gönlün ölmesi ise hakikatle irtibatın kesilmesine yol açar. Gönül bilgeliğin baş şartıdır. Pişmiş gönül bilgelik alametidir. Gönülsüz kişi bilge adını kaybeder. Gönül o hale gelmelidir ki, insan onu avucuna koyup diğer insanlar arasında dolaşabilmelidir. Kut ancak pişmiş, süzülmüş gönülle uyuşabilir ve bunun sonucunda da iktidar, kudret, zenginlik ve akla gelen her türlü nimet o insana bağlanır. O kişi bilge sıfatıyla sulak araziler gibi olur. Bastığı yerden su fışkırır. Gönül yay, vücut ok gibidir.
Bu noktada Kutadgu Bilig’de sadece Ög ve İrfan arasında geçen ve bu iki değerin yakınlıklarını ifade eden gönüldeş kelimesi de dikkatimizi çekmiştir. Bu iki haslet birlikte olunca, o kişi bilge olmakta ve irşad ile vazifelenerek Töre koymakta, Kut kaynağı olup karşısına gelen insanlara ayna gibi kendi hakikatlerini göstermektedir. Bilge yankı gibi görülmektedir. “Alem içre ayineyim” diyen Fuzuli’yi hatırlamamak mümkün mü ?
Divan-ı Lügati’t Türk’e göre bilgeler hırpalanırsa yeryüzünün faziletleri bozulmaktadır. En doğru yol onların yoludur. Keza: “Eğer bilgeler olmasaydı, ekilmiş bile olsa yerden yiyecek çıkmazdı.” ifadesi içinde ki düşünüş, bilgeleri yeryüzünde (aslında Tanrı’ya raci olan) birçok işin mutasarrıfı gibi göstermektedir. Ki. bu inanış bir manada Tanrı adına tasarruf gibi anlaşılmakta, İslam tasavvufundaki halife, kamil insan inanışını dile getirmektedir.
Zira “kutlu bilgenin sözü cahile göz” sayılmakta, cehaletin ilacı bilinmektedir.

Kaşgarlı’nın: “Eski bilgelerin sözleriyle gönül sağlık bulurdu” deyişi, bilge-gönül münasebetini aydınlatmakta ve bilgelik müessesinin eksikliğini dile getirmektedir. Gönül sağlığı bilgeye bağlanmaktadır. Keza bilge kişiler kut ve sevinç kaynağı bilinmişlerdir, kut hem Tanrı’dan, hem Töre’den, hem de bilgeden zuhur ettiğine göre, bilgenin kilit mevkiinde bulunduğu apaçıktır.
Görüldüğü gibi yalnguk’u bilge yapmak Töre’nin baş hedefidir. Bu maksatla ahlaki, içtimai, siyasi birçok prensip koymuş, müesseseler kurmuş, insanlığa kendi hakikatlerini bildirmek ve onları sükunetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren yüksek bir merkez müessese vücuda getirmiştir. Yani Töre’nin devleti de insanı kendi hakikatine götürmek maksadının bir vasıtasıdır,
Bu ulvi ideale bağlandığı için Türk devleti gerçek devlettir. Türk halkı bu yüzden devlet yolunu, Allah yolu saymıştır. İslamiyet’ten sonraki devirlerde de bu yönelişi, devlet terbiyesini yaşatmıştır.
Burada son olarak şu kadarını söyleyelim ki, Töre büyük bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır.
Tam manasıyla vahdaniyetçi bir inanç sistemidir. İslamla şereflenen boylar haricindeki Türk unsurlardan başka inançlara kapılanların (Bulgarlar, Macarlar gibi) kimliklerini yitirmeleri karşısında, kabul edenlerin yükselmeleri ve varlıklarını korumaları bu yapının bir eseri olmalıdır.

Bilge Kağan’ın diktirdiği kitabede ilk cümle “Tengri tek Tengride bölmüş Türk Bilge Kağan” diye başlar. Ahmet Bican Ercilasun Bey’ın açıkladığı gibi “Tanrı gibi…” veya “Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan.” Tanrı’dan geliş inancı burada, çok açıktır. Yolug Tigin, Kol Tigin ve Bilge Kağan’m vefatından sonra yazdığı bir ilavede:
“Hepiniz uça vardınız, öteki aleme uçtunuz, Tanrı’daki diriliğinize döndünüz” diyor. “Tengride tirigdekice” bu ifadenin orjinal şeklidir. Yani Tanrı’dan gelen, Tanrı’daki hayatına dönen bir insan ve mebde mead inanışı… Mebde olarak Tanrı’dan gelen, Tanrımda olan, mead olarak da Tanrı’daki diriliğe dönen yahut dönüldüğüne inanan bir topluluk görüyoruz. Kıyamet ve yaratılış bahsini de kitabelerden arz edelim. Kitabelerde yaratılışı tarif ederken “Üstte gök ve aşağıda yer kılınmış, ikisinin arasına kişioğlu kılınmış” der. Yani önce gökler sonra yerler yaratılmış, bu ikisinin arasında da kişioğlu yaratılmıştır.

Bu sıralama İslami telakkiye de uyuyor. İslami telakkiye göre de önce gök, sonra yer, sonra da Hz. Adem yaratılmıştır. Kitabelerde yaratılış fikri böyledir. Kıyamet fikri ise “Üstten Tanrı basmasa, alttan yer delinmese, senin ilini, töreni kim bozabilir…” diye bir cümlede geçiyor. Yani üstten Tanrı basmasa ve altta yer bu sebeple delinmezse, parçalanmazsa senin ilin Tören Bozulabilir mi? Bir bakıma kıyamete kadar senin ilin ve Tören bakidir, denmek isteniyor. Töre’nin ilahi nizam olduğunu düşünecek olursak bu inanışın son derece makul olduğunu görürüz.
“Türk” adına çeşitli manalar verilir. Kimisi “güzel” der; kimisi “kuvvetli, güçlü, muktedir, olgunluk çağı” der. Pek çok Türkolog tarafından söylenen bir izahı da -Bu Türkologlar arasında Rosonyi, Eberhard, Kafesoğlu, Gökalp, Banarlı da vardır- “Türk” adının “Törük”den geldiği ve “Töreye uyan” demek olduğudur. Eğer bu izahı kabul edecek olursak şöyle bir neticeye geliriz: Türk adı Töreye uyan demek ise; o zaman Türk kelimesi bir ırk adı olmaktan çıkar. Bir inanışın mensubları manasını kazanır. Ve kitabelerde geçen Gök Tanrı’nın milli Tanrı şeklinde anlaşılmasına sebep olan, “Türk Tanrısı” ibaresi bu manasını yitirir; Töreyi kabul edenlerin inandığı Tanrı manasıyla karşımıza çıkar ve “milli Tanrı” olma vasfını ve ona milli Tanrı denmesine sebep olan düşünceyi ortadan kaldırır. Ve bu izahın neticesi olan tabii mantığa göre, Türk adı daha ziyade bir inanışın temsilcilerine verilmiş ad olur. Dolayısıyla Gök Tanrı ve Yehova arasında bir münasebet yoktur.

Gönül anlayışlarından bahsettik. Bir beyit: “Gönül yay; vücut oktur” diyor. Ok ve yay eski Türkler’de bir semboldür. Yay, Tanrı iradesini temsilen hakanı; ok ise bağlılık ve kulluğu temsil eder. “Gönül yay, vücut oktur” derken, gönül padişah, vücut tabi, vücuda bağlı diğer azalar buna bağlı, tabidir denmek isteniyor. Bu ferdi planda böyledir. Ailenin kurulmasına bakalım.
Bir genç kız nişanlanıyor, nişanlı kızın adı artık nişanlı değil, okludur. Yani bağlandı diyor. Aile kuruldu: Baba yay; çocuklar ve ailenin diğer fertleri ok oluyor. Baba vefat etti, miras paylaşılacak. Mirastan ailenin her bir ferdine düşen hissenin adı oktur. Rahmetli Osman Turan Belleten’de çıkan bir makalesinde bu meseleyi geniş geniş izah etmiştir. Artık babaya bağlı olan o mülkün dönüp yeni sahibine bağlandığını ve onun tasarrufuna geçtiğini ifade ediyor.

Boyda ise; Boy beyi yay’dır. Boyun diğer fertleri oktur. Yine yay ve ok’un remiz manaları devam ediyor. Devlet bir manada boylar birliğidir. Devlette ise Hakan yaydır. Hakana bağlı olan boylar oktur. Burada enteresan bir husus var. Bizim bugün “Oğuz” dediğimiz kelime (oğuzlar kelimesi aslında, kelimenin etimolojik yapısı bakımından yanlış bir söyleyiş, çünkü, Oğuz kelimesi zaten çokluk ifade ediyor) Oklar demektir. Ben’den biz demek gibi. Bugüne kadar gelmiş bir kelime daha Sen’den siz demek gibi, Ok’tan Oğuz olmuş. “Oklar, hakana bağlı olan boylar” demek. Türkler’in devlet teşkilatında bu boy teşkilatı fevkalade mühimdir. Oğuz Destanı’nda; gök yerden kıdemlidir. Gök yaydır, yer oktur. Böyle inanılıyor. Ve Oğuz Han Destanı’nda Oğuz Han’ın büyük oğullarının isimleri gök cisimlerinin adını taşıyor: Gün Han, Ayhan, Yıldızhan şeklinde. Bu üç oğulun çocukları olan oniki boy Bozoklar’ı teşkil eder, devletin gerçek sahipleridir. Destan’da altın yay bulmuşlardır. Devlet teşkilatında doğuyu ve güneyi bunlar almışlardır. Batıyı ve kuzeyi ise küçük oğullar -gümüş okları bulan Üçoklar, yani yer isimleri taşıyan oğullar- Dağhan, Denizhan, -Gökhan zannediliyordu, Osman Sertkaya’nın tesbitine göre Gölhan-Gölhan almışlardır. Yer isimleri taşıyan küçük oğullar okla temsil edilmiş ve Bozoklar’a bağlanmıştır. Ve bu hal devam edip gelmiştir.

Bugün hala Çankırı yaran sohbetlerinde Bozoklar’ı ve Üçokları temsilen 12’şer kişilik Büyük ve Küçük Başağa kolları teşkil edilirler. Töre’ye göre, Büyük Başağa kolunun 12. ferdi Küçük Başağa kolunun birinci ferdinden daha kıdemlidir. Bu husus böyle gelmiş ve hala Çankırı’da yaşıyor. Bir hususu daha arzederek misal verip bağlayalım. Birincisi şu: Hun devleti en geniş sınırlarını buluyor. Büyük Hun İmparatorluğu fiilen çok büyük bir araziye yayılıyor. Fakat tesir sahası bakımından bütün dünyayı hakimiyeti altına almış. Artık cihan hakimiyeti tahakkuk etmiştir. Çin kaynaklarına göre bir cümle aksediyor: “Okla yay bir araya geldi.” Yani töre tam manasıyla hükümran oldu demektir, ikinci misalimiz; Sultan Melikşah devrine ait. Son derece geniş hudutlar ve cihan hakimiyetinin fiilen tesis edildiği bir devir. Bizans’ta (Karaköy’de) Emeviler’in kuşatması sırasında yapılmış olan bir Arap Camii var. Hala içinde ibadet yapılıyor. O cami harab olmuş; Melikşah tamir ettirmek istiyor ve tamiratını yaptırıyor. Tabii Selçuklular tesirli devlettir, Bizans bu işe boyun eğiyor. Tamir ettirdikten sonra çok enteresandır, geleneğe göre mihrabın sağına ve soluna Allah ve Muhammed yazıları yazılması gerekirken, böyle yapılmamış ve bu isimlerin yerine mihrabın üzerinde ok ve yay nakşettirmiştir.

Söylemek istediğimiz şu: Ok ve yay birlikte Eski Türkler’de tevhid sembolü olarak kullanılmıştır. Bilindiği gibi yay’ın bu manası İslam’da da Miraç hadisesinde vuslat anının tasvirinde görülür.

SAİT BAŞER

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap