209) İSTİKLAL MARŞI’NIN TAHLİLİ
Yayin Tarihi 17 Kasım, 2012
Kategori TÜRKÇE
İSTİKLAL MARŞI’NIN TAHLİLİ
İstiklâl Marşı, Cumhuriyet’in ilânından önce 1921 yılında yazılmış olmakla beraber, Cumhuriyet’i müjdeler ve millî marş olarak kabul edildikten sonra, hemen her gün tekrarlandığı için, Atatürk ile beraber Cumhuriyet devrinin sembolü olur.
Bu devirden sonra yetişen bütün nesillerin daha ziyade merasim dolayısıyla kendisine has bestesi ile söyledikleri bu marş, şiir olarak da üzerinde durulmağa değer.
İstiklâl Marşı’nı değerlendirirken, yazıldığı devri göz önünde bulundurmak lâzımdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 yılında dört defa ayakta dinleyerek İstiklâl Marşı olarak kabul ettiği bu şiir, o yılların kutsal ve heyecanlı havası ile doludur. Onu o devir Türk Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden biri olan Mehmet Akif yazmıştır. Mehmet Akif, bugün, şiirlerinde sosyal duyguları anlatan, söylediklerini gerçekten duyan bir şairdir. İstiklâl Savaşı’na bütün varlığı ile katılan Akif, bu savaşa iştirak edenlerin duygu ve inançlarına bizzat sahip olduğu için, onlara en iyi tercüman olmuştur. Şiiri söyleyen Akif olmakla beraber, aslında o, kendi beni ile birleştirdiği Türk milletinin duygu ve inancını dile getirir. Burada Akif’in yaptığı, o yıllarda en olgun seviyeye ulaşan şiir kudretiyle bu ortak imana, bütün milletin benimseyebileceği bir şekilde üslûp ve ifade vermek olmuştur.
Bazı kelime ve mısralardan da anlaşılabileceği üzere, o tarihte henüz İstiklâl Savaşı kazanılmamıştır. Türk ordusu bu şiir yazıldıktan bir yıl sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı büyük taarruza geçer.
Düşman karşıda bulunduğu için ordu ve millete cesaret vermek isteyen şair, manzumesine “Korkma!” kelimesiyle başlar.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın
mısraları da ümitle bekleyişi ve geleceğe imanı gösterir. Şiirde şanlı mazi ve ebedi bir istikbal fikrine de yer verilmekle beraber, yaşanılan zaman, kan ve barut kokusuyla dolu olan hâlihazırdır.
İstiklâl Savaşı, Türk milletinin ölüm-kalım savaşıdır. Böyle yıllarda milletler kendilerini yaşatan temel kıymetlerin farkına varırlar. Vatan, millet, hürriyet ve istiklâl gibi kavramların önemi, barış devirlerinde pek anlaşılmaz. Hatta onları umursamayanlar bile çıkar. Fakat bir milleti ölüm ile karşı karşıya bulunduran savaş, onların ne kadar hayati olduğunu kuvvetle hissettirir. Bunlar öyle kıymetlerdir ki, onlar olmadan yaşayamaz. Bundan dolayı millet, onlar uğruna ölümü göze alır. Binlerce insan onlar uğruna öldüğü, yaralandığı veya sakat kaldığı için kutsal bir değer kazanırlar.
Akif, İstiklâl Marşı’nda Türk Milleti’nin ne için savaştığını, neye inandığını açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuştur. Şiirde bu değerler, bazen sanatkârane bir ifadeye bürünmüşlerdir. Şiiri tahlil ederken bunlar üzerinde de durarak mana ve fonksiyonları açıklanacaktır.
Birinci dörtlükte bahis konusu olan “al sancak”tır. Al sancak, Türk milletinin sembolüdür. Burada şair fikrini anlatırken onun uyandırdığı hayal ve çağrışımlardan da faydalanmıştır. Türk bayrağının al rengi şairde bir alev intibaı uyandırmıştır. Bu alev “sönmez”. Zira onun çıktığı kaynak her Türk ailesinin evinde yanan ocaktır. Yurdun üstünde tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın alevi bu şafaklarda dalgalanacaktır. Akif, bu benzetme ile “bayrak” ile “millet” arasındaki bağlantıyı sanatkârane bir şekilde ifade etmiştir.
Türk bayrağında dikkati çeken ikinci sembol yıldızdır. İkinci beyitte şair, bu yıldız ile gökteki yıldızı birleştirir. Gökteki yıldıza kimsenin eli dokunamayacağı gibi, “Türk milletinin yıldızı” olan al bayrağın yıldızına da kimse el süremez. Yıldız kelimesi, aynı zamanda kader, talih manalarına da gelir. Akif’in bu hayallerle belirtmek istediği Türk Milleti’nin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete “Korkma!” derken böyle bir inanca dayanır.
İkinci dörtlükte Türk bayrağının üçüncü sembolü olan “hilâl”den hareket edilmiştir. Hilâl kelimesi eski Türk Edebiyatı’nda sevgiliye benzetilir. Türk bayrağındaki ay (sevgili), tehlikeler içinde bulunduğu ve kendisini sevenlerden fedakârlık beklediği için, kaşlarını çatmıştır. Eski Türk Edebiyatı’nda sevgilinin kaşı umumiyetle aya benzetilir. Şair burada, vatanın timsali olan sevgiliye (hilâle) gülmesi için yalvarır. Bu millet onun uğruna on binlerce şehit vermiştir. Yoksa o dökülen kanlarını helâl etmez.
“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl”
mısraında “Hak” kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birinci manaya göre Hak, Tanrı manasına gelir. Müslüman olan Türkler ona taparlar. Hak kelimesinin öteki manası hak-hukuk deyiminde görüldüğü üzere, adalet ile ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş, fedakârlık veya durum karşılığı alınması gereken paydır, Akif bu beyitte İstiklâl kavramı ile Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet kurmaktadır. İslâmiyet’in en mühim yönlerinden biri, adalete üstün bir değer vermesidir. Hak kelimesinin iki veya üç mana kazanmasının sebebi budur. Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulundukları takdirde istiklâle hak kazanırlar. Bahis konusu mısra böyle bir inanca dayanıyor.
Üçüncü kıt’ada “hürriyet” kavramı bahis konusudur. Burada şair “ben” kelimesini kullanmakla beraber, kasdolunan Türk milletidir. Şair, burada Türk Milleti’ni konuşturmaktadır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşamağa alışmıştır. Ona zincir vurulamaz. Böyle bir şey yapılmağa kalkıldığı takdirde, o, sel gibi taşarak, bendini çiğner ve aşar. Anadolu Türk Devleti gerçekten de 1071 Malazgirt Zaferi’nden bugüne kadar daima hür ve müstakil olmuştur. Hür yaşamak, Türk devlet ve milletinin varlığı ile birdir. Ondan mahrum kalmak bundan dolayı ona ağır gelir, onu çıldırtır. Bu parçada millî bir değere bağlı olan millî iradenin gücü, tabiattan alınan benzetmelerle ifade olunmuştur, Hürriyetin başlıca özelliği sınır tanımamaktır. Yahya Kemal de, “Açık Deniz” şiirinde Türk milletinin hür yaşama iradesini coşkun deniz sembolü ile anlatır.
Dördüncü kıt’ada savaşan iki taraf, Türk Milleti ile düşmanlar mukayese edilmiştir. Garb (batı) maddi silâhlarının üstünlüğüne güvenerek, Türkiye’ye saldırmıştır. Düşmanların bu maddî üstünlüklerine karşı, Türkler’in hiçbir şey ile sarsılmayan “iman”ları vardır, iman, insanın taşıdığı manevî inançların bütünüdür, insanı üstün kılan maddî gücü değil, imanıdır. Zira iman olmazsa maddî güç, başarı kazanamaz. Manevî değerlere dayanmayan maddî güç, insanî bir değer taşımaz.
Şair, hiç bir hakkı olmadığı halde başka milletlere saldıran sözde medenî Batı’yı “tek dişi kalmış bir canavar’a” benzetiyor. “Tek dişi kalmış” demesinin sebebi, onun dehşet verici gözükmesine rağmen, eski gücünü kaybetmiş olmasıdır. Burada bütün vahşiliğine rağmen, kendisini “medenî” diye tanıtan Batı ile bir alay da vardır. Devletler sadece maddî güçleriyle üstün gelmezler. Tarihî olaylar bunu göstermiştir. Sömürgeci Batı’ya karşı, başta Türkler olmak üzere ezilen, bütün milletler isyan etmiştir ve Batı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra üstünlüğünü kaybetmiştir. Bu bakımdan Mehmet Akif’in onu “tek dişi kalmış bir canavar”a benzetmesi yerindedir.
Bu parçada “ulusun…” kelimesi bazıları tarafından yanlış olarak “ulu” (büyük) kelimesiyle karşılaştırmaktadır. Burada “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın, ulusun, onda artık korkulacak bir taraf kalmamıştır” demek istemiştir.
Beşinci kıt’ada düşmanla savaşan askere hitap ediliyor. Ordu dayanırsa zafer muhakkaktır. Bu parçada geleceğe büyük bir inançla bakılmaktadır. Tanrı, Türklere (Müslümanlara) ebedî bir hayat vadetmiştir. İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasında dinî inancın büyük rolü olmuştur. Bunu o devre ait pek çok vesikadan anlamak mümkündür. Akif, burada Türk Milleti’nin inancını dile getirmektedir. Akif’in kendisi de vatanına çok bağlı bir Müslümandı. İslâmiyet, iyimser bir dindir. Ona iman edenler ebedî bir hayata kavuşurlar.
Altınca kıt’ada “vatan” bahis konusudur. Dış görünüşü bakımından vatan bir “toprak” parçasıdır. Fakat bu toprak parçası, milletin tarih ve hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal kılan maddî yönü değil, millet ve tarih ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce şehit tarafından kazanılmış ve korunmuştur. Bundan dolayı, ona bakarken toprağı değil, ona gömülü olan şehitleri görmelidir. Dünyada hiçbir şey vatan kadar kutsal ve değerli değildir.
Yedinci parçada yine “vatan” bayramı bahis konusudur. Burada da vatan ile şehitler (şüheda) arasındaki münasebet üzerinde durulmuş, son beyitte vatana bağlılık duygusu başka bir şekilde anlatılmıştır. Bir insan için en büyük yoksulluk, vatanından uzak (cüda) kalmaktır. İnsan kendi canını veya sevgilisini kaybederse, vatan ve milletin var olacağı düşüncesiyle teselli bulur. Vatanını kaybederse, milletinin varlığı da tehlikeye düşer.
Burada vatanın can ve canandan (sevgiliden) da üstün bir değer taşıdığı inancı vardır. İnsan, böyle bir inanca sahip olmazsa vatanı için ölümü göze alamaz.
Dokuzuncu ve onuncu kıt’alar birbirine bağlıdır. Burada “din” bahis konusudur. Akif’in bir Müslüman olarak Tanrıdan istediği en büyük şey mabedine yabancıların el dokundurmaması ve dinin temeli olan kıymetlere şehadet eden ezanların yurdun üzerinde ebedî olarak işlemesidir.
“Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli”
mısraında “şehadet” kelimesi şahitlik manasına geldiği gibi ezanda geçen
Eşhedü en la ilahe illallah Eşhedü enne Muhammeden resulullah
Cümlelerine de tekabül eder. Bunlardan birincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm, Allah’tan başka tapacak yoktur”, ikincisi “Şüphesiz bilirim, bildiririm, Muhammed Allah’ın elçisidir” manalarına gelir. Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için “kelime-i şehadet” denilen bu cümleleri tekrarlaması ve onlara inanması lâzımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslâmiyet’in temelini teşkil eden bu cümleler tekrarlanır.
Elin başparmaktan sonra, gelen parmağına şehadet parmağı denilir. Konuşamayacak olan hastalar içlerinden dua ederken şehadet parmaklarını kaldırırlar. Minareler gözlere uzanmış şehadet parmağına benzer. Akif şiirinde buna da telmih ediyor. Açıkça söylemeden herkesin bildiği bir şeyi sezdirmeğe “tevriye” adı verilir, Akif’in bu mısraında “telmih” ve “tevriye” sanatları vardır.
İstiklâl Savaşı’nda din duygusunun önemli bir rol oynadığını söylemiştik. Türk Tarihi’nde “din”, “vatan”, “millet” ve “İstiklâl” duyguları yüzyıllar boyunca birbirine bağlı olarak yaşamış ve gelişmiştir. Akif’in anladığı ve Safahat’ta ortaya koyduğu İslâm dini, en yüksek kıymetlere dayanır. Gerçekten de Türk devletinin var olmasında İslâmiyet’in büyük rolü olmuştur. Onun temelindeki “birlik” (vahdet), “hak” (adalet), “ezeliyet” ve “ebediyet” fikri “devlet-i ebed-müddet” veya ölmezlik inancını doğurmuştur.
Dokuzuncu parçada konuşan şehittir. Din uğruna savaşan asker, kendi öldükten sonra ezan seslerini işitirse, mezarından kalkarak, yarasından kanları aka aka, her şeyden soyunmuş bir ruh gibi göklere yükselir ve başı arşa değer, İslâm dinîne göre şehitler doğrudan doğruya cennete giderler. Bundan dolayı, onlar din ve vatan uğruna ölmekten korkmazlar.
Onuncu ve sonuncu parça, şiirde ortaya konulan fikir ve inançların bir nevi özetidir. Burada da milletin ölmeyeceği, ebedi olarak yaşayacağı inancı vardır.
İstiklâl Marşı’nda bazı duyguları kuvvetli olarak belirtmek maksadıyla kullanılan benzetmeler, halkın zevkine uygundur ve bizde süslü, yapmacık tesiri uyandırmazlar. Şiir dil ve üslûp; bakımından umumiyetle sadedir. Aruz veznine kuvvetle hakim olan Akif, mısralarına bir konuşma ve hitabet edası vermiştir. Başka şiirlerinde nesre yaklaşan Akif, burada kıt’aların dört mısraını da kendi içlerinde arka arkaya gelen dört sağlam kafiyeye oturtmak suretiyle muhtevaya uygun, basit olmakla beraber, kuvvetli bir ahenk sağlamıştır. Bunu yaparken belki de halkı ve Mehmetçik’i düşünmüştür. Dil ve şekil bakımından şiire hâkim olan düşünce, kuvvet, güven duygusu, sağlamlık ve sadeliktir. Bunlar Türk halkı ve askerinin temel vasıflarıdır.
Prof. Dr. Mehmet KAPLAN
Yorumlar
Yorum yap