201) MURATHAN MUNGAN’DAN ŞİİRLER
Yayin Tarihi 17 Şubat, 2009
Kategori SLAYTLAR-RESİMLER
Yorumlar
“201) MURATHAN MUNGAN’DAN ŞİİRLER” yazisina 1 Yorum yapilmis
Yorum yap
Sayfalar
Kategoriler
- AHMED YESEVÎ VE DİVAN-I HİKMET
- ANADOLU BEYLİKLERİ VE ATABEYLİKLER
- ATATÜRK
- AZERBAYCAN SAYFASI
- BASIN-YAYIN
- BOZKURT
- ÇANAKKALE
- ERMENİ SORUNU
- GILGAMIŞ DESTANI
- İSLAMİYET
- KAHRAMANLAR VE BİLGİNLER
- KAŞGARLI MAHMUD VE DİVANÜ LÜGATİ'T TÜRK
- KATEGORİLENMEMİŞ
- KIRMIZI-SİYAH (RED-BLACK) BRİÇ SİSTEMİ
- KRONOLOJİ
- KÜLTÜREL
- MARŞLAR
- MİZAH
- ÖYKÜ
- SİYASİ
- SLAYTLAR-RESİMLER
- SOSYAL
- TEŞKİLAT-I MAHSUSA
- TÜRK ATASÖZLERİ
- TÜRK DÜNYASI
- TÜRK VE DÜNYA DESTANLARI
- TÜRKÇE
-
Son Yazılar
- 1473) Suriye’de Esad rejimi çöktü: Dünya nasıl tepki verdi?
- 487) Türk Devletler Teşkilatı’nın yeni bayrağı kabul edildi
- 486) Türklerde Teşkilatçılık
- 485) Kürtlerin Kökeni ve Kürtçülük
- 418) Yapay zeka destekli mobil uygulama stresi azalttı (Mistikist)
- 484) 7 Ekim saldırıları tarafları ve dünyayı nasıl değiştirdi?
- 483) Son Savaşa Doğru
- 445) Atatürk, John Dewey ve Hasan Ali Yücel
- 482) Küreselci Çetelerin Elemanları
- 221) BÜYÜK TAARRUZ’UN İLK KUTLAMASINDA ATATÜRK’ÜN SÖYLEVİ
- 1472) Kerkük’te Vali Oyunu
- 1471) Ege’nin Altına Dinamit
- 417) Köylü Zor Durumda
- 1470) ABD’li emekli albay: Suriye’de PKK’yı Türkiye’ye saldırması için hazırlıyoruz
- 987) Erdoğan haklı çıktı!
- 416) Çağcıl değilmişiz peki çağdaş mıyız?
- 220) Atatürk’ün Çocuk Sevgisinden Anladıklarımız Anlayacaklarımız
- 481) Gaziantep’te 41 sivil toplum örgütü sığınmacı işgaline karşı bildiri yayınladı
- 415) DURUM
- 444) Türk Kültüründe Kukla
Bağlantılar
Takvimlerde ne çok kutsal gün var. Ne çok yasaklanmış mevsimler var, hatıralarda. Oysa sorulacak ne kadar çok sorum var benim. Neden durmadan açılıyor içimizdeki yaralar? Tanrı mı suçlu, bu kapanmayan yaralardan? Yoksa asıl suçlu, Tanrı’nın açtığı yaraları durmaksızın çoğaltan bizler miyiz?
Bu yaralara rağmen yeni bir dünyayı her arzuladığımda, “Tarihe saygılı ol, kurbanların kanıyla beslenir hayat ve bu yara hiç kapanmaz!” diyorlar bana. Örtmek istiyorlar üstünü umutlarımın. Hayallerimi yarama gömmek istiyorlar. Şehirler kurbanların kanıyla yıkanıyor.
Bitmiyor savaşlar ve hiç bitecek gibi görünmüyor. Bütün bunların nedenini hayallerim sorduruyor bana. Oysa onlar bu hayallerimi suçlu ve tehlikeli sayıp onları umutlarımdan yapılmış bir idam sehpasında asıyorlar. “Hayallerimi yaşayamazsam, kendime saygım kalmaz; bütünlüğüm parçalanır, bir anlamım kalmaz,” diyorum onlara.
Onlarsa bana, “Hayallerini, düşlerini bu gerçeğe rağmen yaşamak istersen, duygularını o yaranın altına gizlemezsen sen zararlı çıkarsın; başka bir hayat yok; tren giderken onu yakalamalısın, yoksa dışarıda kalırsın,” diyorlar ve yaramı içine gizlemem için bir kabuk veriyorlar bana. “Al bunu ve içine girip gizlen, gizlen ki hiçbir acı, hiçbir aşk işlemesin sana!” diyorlar.
Bu kabuk, beni sevgilerden, iyi ve olağanüstü, yani yaşamın ta kendisi olan şeylerden kopartır. Bu kabuk, beni acıdan, büyüden, ürpertiden, hazlardan yoksun bir robot haline sokar. Bu kabukla ben kendim olamam. Durmadan büyüyen bir kasvetle, derinleşen bir boşlukla hep bekletirim kendimi. Dokunamam hayata.
Bu kabuk varken, ben kendimi sevemem. Kendimi sevemeyince zehirlerim ömrümü, yaşadıkça, her şeyi ve bütün varoluşu zehirlerim. Sadece bir yaradan ibaret olurum. Ne kadar zorlasalar, tehdit etseler de o kabuğun içine gizleyemiyorum ruhumu, düşüncelerimi, duygularımı. Bu defa intikamları kötü oluyor. Kan kokusu almış köpekbalıkları gibi saldırıyorlar bana.
Acı çektiğimi, yaramın bir daha hiç kapanmayacak kadar büyüdüğünü görünce, garip bir şölen tadı alıyorlar bundan. Anlıyorum ki ruhunu bir kabuk içine gizlemek istemeyen birisine acı çektirdikçe ve beni kendileri gibi olmadığım için yarama düşman kıldıkça can sıkıntıları azalıyor, o kötücül varlıklarından hoşnutluk duymaya başlıyorlar. Yaramı derinleştirdikçe, onlara daha çok boyun eğeceğimi düşünüyorlar.
Bazen tahammül edilmez oluyor çektiğim acı. Paniğe kapılıyorum. Belki karşılıksız bedeller ödeyerek yaşadıklarımı onlara anlatırsam, bu içtenliğimden etkilenir, içlerinde bir merhamet duygusu uyandırırım, belki onların da benzer anıları vardır, belki bunlar bizi birbirimize yakınlaştırır, diye düşünüyorum.
Tam aksi oluyor oysa, anlattıklarım, yaramdan akan o başı boş kan, bana saldırmaları için daha bir kışkırtıyor onları. Kışkırtıyor, çünkü onların bana anlatacak sahici bir öyküleri olmadığını ve çalıntı bir enerjiyle yaşadıklarını anlıyorum.
Birbirlerinden hayatlar ve anılar çalarak… Hissediyorum, kendilerinin değil arzuları. Kendilerini unutmak için başkalarının arzularında kaybolup duruyorlar. Adına ‘iletişim’ dedikleri bu kayboluşa tapıp duruyorlar.
O zaman anlıyorum ki kendi olma korkularından, boşluklarından, çalıntı anılardan yaptıkları tapınaklarında dolaşıp duran zavallı birer müritten başka bir şey değil onlar.
Arzularımdan kendilerine bir hayat çıkartacaklarını sananlar, önce büyük bir heyecanla yanıma yaklaşıp gözlerimi görünce hemen uzaklaşıyorlardı yanımdan. Çünkü o aykırı, o uçurumlarda sınadığım varlığım, kendi başıma kurduğum dünya, yaşadığım her anın kalbimde durmadan iz bırakması, en büyük korkusuydu onların.
Bu korkudan sıyrılabilmek için, kendileriyle ilgili durmadan olmadık bilgiler veriyorlardı bana. Aslında bu bilgilerin kendi hayatlarında hiçbir karşılığı yoktu. Gerçeği olmayan bir görüntüden ibaretlerdi.
Olduklarından daha fazla görünmeye çalışıyorlardı. Sözcüklerinin çöplüğünde boğmak istiyorlardı beni. Yan yanaydılar, ama aralarında hiçbir gerçek bağ, hiçbir gerçek yakınlık yoktu. Yan yanaydılar ama uzak ve yakın arasındaki farkı bile yitirmişlerdi çoktan. Ne birbirlerine gerçekten veda edebiliyorlar, ne de kavuşabiliyorlardı.
Bu kayboluşları, bu kimseye gerçekten bağlanamadan.yaşayışları onları daha da bencilleştiriyor, bencilleştikçe birbirlerine daha fazla hükmetmeye çalışıyorlardı. Ruhlarını yitirdikçe, sahip olduklarına, mülkiyetlerine, tapınaklarına, üniformalarına daha büyük bir kıskançlıkla sarılıyorlardı.
Çünkü içten içe biliyorlardı ki sahip olduklarından, paralarından, tapınaklarından ve mülkiyetlerinden başka boşluklarını saklayacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu yüzden durmadan hayatlarını yüceltiyor, durmadan tapınaklarının duvarlarını yükseltiyor, onlardan farklı düşünen, farklı yaşayan insanlara uyguladıkları cezaları her geçen gün daha da arttırıyorlardı. Her gün içlerinde yeni bir hain keşfediyor ve o haini görkemli törenlerle kurban ediyorlardı.
Aralarına yeni katılan genç müritleri farklı sorulardan, onları benliklerinin keşfine götüren anlam arayışlarından, yeni ve aykırı öykülerden korumak için, yasaklarını ve tehditlerini durmadan çoğaltıyorlardı.
Gözlerimi görünce önce gidiyorlar ama sonra daha bir kuşanmış olarak geri geliyorlardı. Kendilerine katılırsam, eskisinden daha güçlü ve saygın bir insan olacağımı vaat ediyorlardı bana.
Saygınlığın onlardaki karşılığı, iktidar olmaktı. Güç ve saygınlık adındaki iktidarın ruhumda bir karşılığı olmadığını söylediğimde, önce üstü örtülü bir şekilde, sonra da açıktan açığa tehdit etmeye, “hakkında öyle bir iftira yayarız ki bir daha asla silemezsin onu,” demeye başlıyorlardı.
Beni, bütün anlamları ve sevgileri yok eden boşluklarının içine çekemeyeceklerini anladıklarında, sonunda ölüm fermanımı çıkartmışlardı. Bana diz çöktürmek için önce lanetlemiş, sonra da dışlamışlardı.
Evimin kapısına kırmızı boyayla çarpı işareti çizmiş, kimse beni gerçekten tanımasın diye hepsi hakkımda birbirini yalanlayan sahte hayat öyküleri yazıp bunları dağıtmışlardı şehirlerde. Beni de bu belirsizlik çağının kayboluşunda yok etmek için gerçeğimden kopartmaya başlamışlardı.
Asıl tuhafı, beni koşulsuz sevdiklerini söyleyenler bile, bu sahte hayat öykülerine, bu bulaşıcı iftiralara neredeyse hiç karşı koymadan inanıyordu. Çoğu kişi de kendilerinden farklı olduğumu sanırken, aslında kendileri gibi biri olduğumu öğrenince derin bir memnuniyet duyuyordu.
Beynim, hep yeni sorular ürettiği için ve bu sorular yüzünden sürekli bulunduğum yerlerden uzaklara doğru yürüdüğüm için, beni suçlayan insanların bu sözlerinden çok da etkilenmiyordum.
Çünkü beni suçlayanlar hâlâ yanlarında, içinden çıkmaya çekindikleri o her tarafından kuşatılmış tapınaklarında olduğumu sanıyorlardı. Onlar yanlarında sandıkları beni incitip hırpalarken, bense bir zamanlar onlarla birlikte boşa geçen yıllarımı, tapınağın kimi kurallarıyla uzlaşmış hallerimi yerden yere vuruyor, acımasızca sorguluyor, sonra yine yoluma devam ediyordum.
Uzaklardan daha iyi fark ediyordum o tapınakta yaşadıklarımı, oradayken başkalarıyla iletişim kurmak için onlar üzerinde denetim kurmam isteniyordu benden. Çünkü onlar üzerinde denetim kurmadan, onları kendi gerçeğinize inandıramıyordunuz.
Oysa başkaları üzerinde denetim kurarak kurduğunuz her ilişki, yeni bir kölelik, yeni bir bağımlılık yaratıyordu ister istemez. Denetim altına alarak kendime çekmeye çalıştığım insanlarla, gerçek ve içten bir ilişki kurmam asla mümkün olamazdı zaten.
Oysa ben, gerçek ve sahici bir ilişki kurmak istiyordum. Başkaları üzerinde denetim kurarak yaşarsam, ruhumu, duygularımı, beni ben yapan özellikleri, bedeli acıyla ödenmiş öykülerimi, bana zorla vermek istedikleri o kabuğun içine gizlemem gerekirdi.
Denetim kurarak yaşarsam, kendim olabilmem ve içime doğru yolculuk yapabilmem için hep başkalarına ihtiyaç duyardım. Oysa bu sonsuz bir teslimiyet demekti. Kendimi başkalarının kırık aynasında boşuna arayıp durmam demekti. Hep görünenlere, hep anlatılanlara hiç sorgulamadan inanmam, inanmasam bile inanmış gözükmem demekti.
Görüneni değil, görünenin arkasında saklı olanı bilmek istiyordum ben. Ama saklı olanı öğrenmem için daldığım her derinlikte, her insanda, kendimde olan şeyleri de yitiriyordum durmadan. Hiçlik karşılıyordu beni o derinliklerde.
O kaybolmuş yüzlerin belirsizliğinde, her anlamı, her duyguyu zehirleyen boşluk karşılıyordu…
İşte bu duygularla geçtim uçurumların kenarından. Hiçbir uçurum o kaybolmuş yüzlerin arkasında yatan ve bütün duyguları yutan hiçlikler kadar ürpertmedi beni. Karanlık ormanların o ürkütücü uğultularını bile duymadım bu sorgulamaları yaparken. Yanımdan sürtünerek geçen yırtıcı hayvanların varlığı, geride bıraktığım hayatın boşlukları kadar titretmedi beni.
Günlerce yürüdükten sonra beni kimselerin tanımadığı bir kasabaya geldim. Geldiğim yerlerdeki alışkanlıklardan tam olarak kurtulamamış olmalıyım ki ne yazıyor, diye aldığım bir gazetede bir ilan ilişti gözüme. İlana dikkatlice bakınca benim için verildiğini anladım.
Evet, çok tuhaftı, yanılıyor olamazdım, benim için verilmişti o ilan… Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Öyle heyecanlanmıştım ki ilk cümleyi tam olarak anlayamadım. Bir kez daha okudum, sonra bir kez daha… İlanda şunlar yazılıydı:
“Alıp başımızı bizi kimselerin tanımadığı yerlere gitmeyi, gözden kaybolmayı, izimizi yok etmeyi biz bilmiyor muyuz? Zaten hepimiz kaybolmuş değil miyiz, ha burada, ha o uzaklarda, hepsi aynı değil mi?
Bak biz kaybolduğumuzu bile bile bulunduğumuz yerden ayrılıyor muyuz? Sen kendinden değil, içindeki yaradan kaçıyorsun. Unutma, o yara artık kapanmaz. Kaybolduğuna inanmayıp kendini yeniden bulmak için varlığını tehlikeye atsan da o yaradan kurtulamazsın. Kendine kapanarak yaşayamazsın. İnsanlara yakınlaşman için o yara gereklidir.
O yakınlığın içinde kötülük vardır. Başkalarına kötülük yapamadan kimse yaşayamaz, bunu unutma. O yarada Tanrı’yı yaralayan hepimizin suçu var. Bu suçtan kimse kurtulamaz. Sen de kurtulamazsın. Unutma ki bizler bu suçu yaşarken senin bundan kurtulmak için aramızdan ayrılman hepimizi küçümsemen anlamına gelir.
Bu küçümseme Tanrı’yı yaralamaktan daha büyük bir suçtur. Dön artık geriye! Sen bize gereklisin ve buradaki insanların sana ihtiyacı var. Geri dön, seni çok merak ediyoruz!..”
Bu ilan, geldiğim yeri özetliyordu sanki. Suçsuzluğa tahammülleri yoktu. Çünkü en büyük suçtu onlar için aralarından birisinin kendi yarasına eğilmesi ve onu sorgulaması, onun neden var olduğu üzerinde düşünmesi.
Tapınağın ayakta kalması için, herkesin o yarayı ve onu var eden kötülükleri hiç sorgulamadan benimsemesi gerekiyordu. Tapınak üyeleri bu yaraya ve bu suça öylesine sarılmışlardı ki onu sorgulayan birinin varlığı hayatlarını tehdit ediyor, kaybolmuşluğun aslında bir kader olmadığını hatırlatıyordu kendilerine. Ama başka türlü yapamazlardı artık.
Birbirlerine acı çektirmeden, kötülük yapmadan yaşayamazlardı. Çünkü orada herkes birbirinin kurbanı ve celladıydı. Ve acı çektirip durmadan o kayboluşun boşluğuna ittikleri kurbanlarından biri yanlarından uzaklaşınca aralarındaki bağların gevşeyeceğinden korkuyor, kurdukları o sahte yakınlıkların anlamını kaybedeceğini düşünüyorlardı.
Çünkü ne zamandır tapınaktaki insanları, birbirlerine çektirdikleri acılar ve hemen herkesin uzak ya da yakın ama bir şekilde suç ortağı olduğu cinayetler bağlıyordu. Her yeni kurbanın ve her yeni cinayetin, tapınaklarını ve hayatlarını biraz daha güçlü ve yıkılmaz kılacağına inanıyorlardı.
Şimdi artık daha iyi anlıyordum, neden geldiğim yerlerde aşkın hep acı ve utanca gömüldüğünü. Anlamıştım, neden insanların birbirlerini severken öldürdüklerini.
Sevgilerin, neden kısa bir sürede nefrete ve kayıtsızlığa dönüştüğünü… Neden kimsenin kimseyi gerçekten sevemediğini ve bağlanamadığını… Ne kadar uzağa gitsem de içimdeki o yarayı yok etmeyi başaramamıştım.
Onu görmüş, ona dokunmuş, onu başkalarına değil kendime doğru çevirmiştim. Artık işlediğim bütün suçları biliyordum. Bunlardan kurtulmak için kendime kapanmamın suçlarımı silemeyeceğini de biliyordum.
Geri dön dedikleri için değil, ben istediğim için bir gün elbet geri döneceğim yaşadığım o yere. Ama bu defa, içimde gizli değil, açıkta olacak o yara. Öylesine açıkta taşıyacağım ki onu, bana bakan, önce yaramı görsün istiyorum. Bana bakan, dünyanın bütün suçlarını bende görsün.
İşlenmiş ve işlenecek bütün cinayetleri varlığımda görsün. Beni seven böyle sevsin. Hiçbir sevginin masum ve saf olmadığını bilerek sevsin beni. Ve o da benim gibi eğilip çıkarsın yarasını gizlediği yerden ve o da üstlensin işlenen bütün suçları.
Tıpkı benim gibi yapsın o da, onu gören yarasını görsün önce. Çünkü o artık benim içimde gizli bir yerde değil, çok açıkta. Artık yüzümde olacak o yara…
Cezmi Ersöz
Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi