192) Atatürk’ü Anlamak (1)
Yayin Tarihi 7 Ocak, 2017
Kategori ATATÜRK
————————————————————————————–
Ülkemizde Atatürk’ün şahsiyetini, fikirlerini ve icraatlarını istismar eden üç kesim var. Bunlar kendi menfaatleri uğruna Atatürk’ün gerçek anlamda anlaşılmasına ve sevilmesine engel olmuştur.
1) Batı zihniyetli kapitalistler
2) Devrimci zihniyetli sosyalistler
3) Taassup zihniyetli dinciler
1) Batı Zihniyetli Kapitalistler
Bu kesim; Atatürk’ün laiklik ilkesi üzerinden cumhuriyetçiliği, kılık kıyafet devrimini, sanayileşme politikasını kullanarak her dönem iktidarlarda söz sahibi olmuşlardır.
Siyasette etkin oldukları gibi, kültür ve sanat dünyası ile medyayı da yönlendirmişlerdir.
Batı kültürü ile yaşamayı modern bir toplumun gereği olarak gördükleri için Türk örf ve ananelerine uzak durmuşlar, milli kültüre yabancılamışlar, Anadolu insanını “taşralı” tanımı ile ötelemişlerdir. Devlet bürokrasisinin, devletin imkanları ile oluşturulan burjuva sınıfından olmasına özen göstermişler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Gayri Müslim ve Gayri Türk soylular bu yelpazede daha da güçlenmişlerdir.
2) Devrimci Zihniyetli Sosyalistler
Bu kesim ise; Atatürk’ün laiklik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerini istismar ederek “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü de parola haline getirerek Türklüğe ve İslamiyet’e karşı yıkıcı faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Halifeliğin kaldırılması, laikliğin ilanı, tekke ve zaviyelerin kapatılması, ezanın Türkçeleştirilmesi, harf devrimi, emperyalist devletlere karşı yapılan bağımsızlık savaşı gibi olguları kendi ideolojik görüşlerini ifade etmek için kullandılar. Öğrenci ve işçiler üzerinde “Kemalizmi” istismar ederek ve ihtilalci bir anlam yükleyerek bir cephe oluşturulmuş, Atatürk’ü din karşıtıymış gibi göstermişlerdir.. Müslüman Türk halkı ile kavga ettiler. Milli ve manevi değerlere karşı duyarsız ve saygısız davrandılar. “Halkların kardeşliği” diyerek etnik bölücülüğe zemin hazırladılar. Basın-Yayın ve sanat alanlarında etkin oldular. Sermayeye karşı sözde savaş açtılar ancak sendika ve diğer örgütler aracılığı ile kapitalistleştiler.
3) Taassup Zihniyetli Dinciler
Bu kesim ise; Osmanlı Devleti’nin yıkılışı, Sultan’ın yurt dışına çıkarılışı, Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması, Alfabenin değiştirilmesi, Laikliğin getirilişi, Ezanın Türkçeleştirilmesi, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, Kıyafet devriminden dolayı Atatürk’ü dinsiz, ayyaş ve deccal olarak yalan yanlış söylemler ile itham etmişlerdir. Bu tür suçlamaları günümüzde bile yoğun şekilde görüyoruz.
Türklük düşmanları tarafından organize edilen bu grup çok sinsi bir şekilde çalışarak saf, tertemiz duygulara sahip iman ehli Anadolu insanını kandırarak hem ekonomik olarak güçlenmekte, hem siyasette söz sahibi olup kadrolaşmakta, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını ve kuruluş iradesini tehdit etmektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus şudur:
Atatürk’ü kendi menfaatleri doğrultusunda sahiplenen kapitalistler ile kendi ideolojilerine dayanak olarak gösteren sosyalistlerin icraatları ve anlatımları, dincilere güç vermektedir. Dincilerin söylemleri de, sosyalistlerin ve kapitalistlerin varlığının idamesi için fırsat doğurmaktadır. Böylelikle üç istismarcı kesim de birbirlerini beslemektedir.
Bu anlatımlarla gerçek olmayan hayali üç başlı bir Atatürk yaratılmış olmaktadır.
Türk milleti bu üç kesimin dayatmaları arasına sıkıştırılmış ve kendi öz evladını tanımaktan uzak kalmıştır. Bunların elinde Atatürk zamanla “törensel bir meta” haline getirilmiş, Onun büstlerini dikerek, On Kasımlarda selam durup, ağlayarak Atatürkçü olacağımız zannedilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, hem baba hem de anne tarafından Türk’tür. Eldeki bütün belgeler ve bilgiler bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır. Hem ailesinde, hem de kendi şahsında muazzam bir “Türklük bilinci” vardır. Atatürk, hayatı boyunca Türklük bilincinin farkında olmuş, Türk tarihi boyunca gelmiş geçmiş bütün Türk devlet adamları içinde Türklükle ilgili en güzel sözleri kendisi söylemiş; Türk yaratılmaktan, Türk milletinin bir mensubu olmaktan daima gurur duymuştur.
Hayatta yegâne övüncünün ve servetinin Türklük olduğunu söyleyen Mustafa Kemal Atatürk; “hangi asil aileye mensup olduğu” sorusuna, Avrupa Hun İmparatoru Attila gibi “asil bir milletin evladı olduğunu” söyleyerek cevap vermiş; bir başka vesile ile de “bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz” demiştir. (Dr.Ali Güler)
Atatürk’ün annesi ve babası kimdir?
Baba Ali Rıza Efendi (Selanik, 1839 – Selanik, 28 Kasım 1893)
Ali Rıza Efendi’nin ailesi Rumeli’nin fethinden sonra bölgenin Türkleştirilmesi için Anadolu’dan (Konya/Karaman civarından) göçürülerek bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre şehrine bağlı “Kocacık” nahiyesine yerleştirilen Kızıl Oğuz/Kocacık Yörükleri / Türkmenlerinden gelmektedir. Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile onun kardeşi Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi 1800’lü yılların başında o dönemde yine bir Türk toprağı olan Selanik’e göç etmişlerdir.
Anne Zübeyde Hanım (Selanik, 1857 – İzmir/Karşıyaka, 14 Ocak 1923)
Zübeyde Hanım’ın soyu da yine 1466’larda Konya/Karaman yöresinden Rumeli’ye göçürülen ve o dönemde Vodina Sancağı (şimdi Yunanistan’ın Edessa şehri)na bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleştirilen ve geldikleri yörenin adına izafeten Rumeli’de “Konyarlar” diye bilinen Yörük/Türkmen grubuna mensuptur. Aile sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya, oradan da Selanik’e göç etmiştir. Zübeyde Hanım 1857’de burada dünyaya gelmiştir. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası Sofuzade Feyzullah Efendidir.
Atatürk’ü anlamak için her yönü ile anlatmak gerekir.
1) Asker Atatürk
2) Devlet Adamı Atatürk
3) Lider Atatürk
4) Siyasetçi Atatürk
5) Devrimci Atatürk
6) Halk Adamı Atatürk
Tüm bu yönlerini bir toplantıda anlatmak mümkün değildir. Öncelikle Atatürk’e yöneltilen suçlamalar üzerinde durmalıyız. Bu suçlamaların en tehlikelisi dini hassasiyeti olan muhafazakar halkımızın yalan ve yanlış bilgilerle yönlendirilmesidir.
Atatürk’ü; dinsiz, imansız, sapık, sabateyist olarak göstermeye çalışan Türklük düşmanı zihniyetlere diyoruz ki:
1) Atatürk, Türk Milleti’nin dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur”; “Din vardır ve lazımdır.” (Yakınlarından Hatıralar, Asaf İlbay, s. 102) sözleriyle açıklamıştır.
2) Mustafa Kemal tarafından Şam müftüsüne, Anadolu’da Yunanlılara karşı elde edilen galibiyeti bildiren ve mezkur müftüden İslam davasının başarıya ulaşmasına vesile teşkil etmesi için mevlit ve dua okunmasını isteyen bir telgraf gönderilmiştir. Bu zafer haberi Şam ve Halep’te büyük bir sevinçle karşılanmış, şenliklerle kutlanmış, Mustafa Kemal’e Şam ahalisi ileri gelenleri tarafından tebrik telgrafları çekilmiş ve hatta kendisine Seyfu’l-İslam (İslam’ın Kılıcı) unvanı verilmiş, ayrıca bu başarıdan dolayı bir kısım camilerde 22 Eylül akşamı mevlit okutulduğu gibi Beyrut’ta toplanan on bin altın lira da yardım olarak Anadolu’ya gönderilmiştir. (Metin Hülagü http://www.atam.gov.tr/milli-mucadele-donemi-turkiye-islam-ulkeleri-munasebetleri/)
3) “MÜSLÜMANLARIN MİLİTAN LİDERİ” unvanı, Kurtuluş Savaşı günlerinde, o savaşın ölümsüz önderi Gazi Mustafa Kemal’e verilen unvandır. Bu unvanı daha çok İngilizler kullanmaktaydı.
O günlerde Mustafa Kemal’e bir unvan da Müslümanlar tarafından verilmiştir:
“İslam’ın halaskarı Gazi.” Halaskar, kurtarıcı demek.
Atatürk’ün “kurtarıcı” unvanı, dinci iftiracıların söyledikleri gibi, sonraki zamanlarda “Atatürk’e tapan bazı dalkavuklar”ın verdiği bir unvan değildir. Seccadeyi dürüp eline tüfek alarak kurtuluş mücadelesi veren Müdafaa-i Hukuk öncülerinin “Allah tarafından teyit edilmiş komutan”larına verdikleri unvandır.
O günlerde, Müslüman kadınlar, İzmir’e giren “Halaskar Gazi”nin çizmelerini, şükranlarını göstermek için diz çöküp ayaklarına kadar eğilerek siliyorlardı. Ve tam o sırada gözlerinden akan yaşlar “Halaskar Gazi”nin çizmelerinin üstüne dökülüyordu. (Tabloyu, Halide Edip naklediyor.) Çünkü o kadınlar, Haçlı işgalin ne demek olduğunu ve Halaskar Gazi’nin onları hangi ateşlerden kurtardığını yaşayarak öğrenmişlerdi.
O günleri bu millete unutturdular. O günleri Müslüman kadına unutturdular. O günleri ve o günlerin Halaskar Gazisi’ni unutturuyorlar. Çünkü işbirliği yaptıkları emperyalist kodamanlar böyle istiyor.
O günler unutuldu.
O günler, anamıza-avradımıza Haçlı paryaların musallat olduğu günlerdi. Süleymaniye Camii’-nin minaresine haç takılmak üzere hazırlık yapıladığı günlerdi.
“Müslümanların Militan Lideri”, işte o günlerin Türkiye’sinden, topraklarında yüz bin minarenin yükseldiği bugünkü Türkiye’yi yarattı. Ne yazık ki, bu yüz bin camiyi, Müslümanların militan liderini İslam dışı göstermek ve onun mirasını yok etmek için kullanmaya kalkan “Haçlı ile işbirliği yapmış fesat dincileri” bugün, dünyanın her yanında su başlarındadır. (Yaşar Nuri Öztürk)
4) Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe;
”Atatürk bazen efkarlanır, eski hikayelerini anlatırdı. Mesela harbe giderken daima dua ettiğini, iki elini açıp ‘Allah’ım sen Türk milletini hiçbir zaman esir etme’ diye dua ettiğini söylerdi” dedi.
Kaynak: 10.11.2011 tarihli http://www.ensonhaber.com/ataturkun-savasa-giderken-okudugu-dua-2011-11-10.html
5) Atatürk camilerde Türk Halkı’nın anlayacağı sade bir Türkçe ile hutbe ve vaaz verilmesini de emretmiştir.
“Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 1, s. 225)
6) Atatürk, İslam dininin tamamen ilme ve mantığa uygun bir din olduğunu bir başka sözünde de şöyle ifade etmiştir:
“Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. … İslam’ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz” (Atatürk”ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90)
7) Büyük Önder Atatürk, İslamiyet’te ve Türklük’te kadın ve erkek eşitliğini de ifade ederek, gerici kapalı zihniyetlerden vaz geçilmesi gerektiğini de açıklamıştır.
“Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ediyor, duraklamamızı ve çöküşümüzü buna bağlıyorlar; bu bir hatadır. Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslüman erkekle, Müslüman kadının beraberce din öğrenerek eğitilmesidir. Kadın ve erkek bu ilim ve eğitimi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kuralla bağlanmış zannettiğimiz şey yoktur. Türk sosyal yaşantısında kadınlar bilimsel yönden eğitim ve öğretim görmekte ve diğer konularda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s.86)
8) Atatürk: “Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun’i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız.” (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32)
9) Atatürk Türk Milleti’nin batıl düşünce ve sapmalardan arındırılıp, gerçek Dini yaşamaları için, Kuran’ın anlaşılmasını sağlamak amacıyla Türkçeye çevrilmesi emrini vermiştir. Bu direktif üzerine, Büyük Din Alimi Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an’ın Türkçe Tefsirini yapmıştır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki kısıtlı olanaklara rağmen tefsir, Atatürk’ün katkısı ile 10 bin adet bastırılarak Yurdun her yanına gönderilmiştir.
“Sonra Kuran’ın tercüme ettirilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim.” (Atatürk’ün Temel Görüşleri, Fethi Naci, s.55)
Atatürk, Türk toplumunun İslam dinini daha iyi anlayabilmesi için Kur’an-ı Kerim tefsiri çalışmaları yanında sağlam bir Hadis kaynağına olan ihtiyacı da fark etmişti. Bu yüzden bu konudaki çalışmalarla ilgili olarak da Ahmet Naim Efendi’yi görevlendirmiştir. Ahmet Naim Efendi de titiz bir çalışma sonucunda Buharı’nın sağlam kalmış Hadislerini Türkçeye tercüme etmiştir. Bu eserin ilk üç cildin Naim Efendi tarafından yazılmasından sonra eser, Kamil Miras tarafından tamamlanmış böylelikle tercime ve tefsir çalışmaları sağlım bir hadis kaynağı ile de desteklenmiştir. Daha sonra yapılan bu çalışma da 1932 yılında çok sayıda bastırılarak Türkiye’nin her yanına yine ücretsiz olarak dağıtılmıştır.
Görüldüğü gibi Atatürk, İslam’ın temel kaynaklarını Türkçeye çevirtmekte yetinmemiş, bunları bastırarak geniş halk kitlelerine ulaştırılmasını da önlük etmiştir.
10) 7 Şubat 1923 Çarşamba günü Zağanos Paşa Camii’nde bir mevlit programı tertip edilmişti. Cemaatle birlikte öğle namazını kılan Atatürk, namazdan sonra minbere çıktı ve şu tarihî konuşmasını yaptı:
‘Ey Millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmı, âtıfeti, hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık ve akâid-i kat’iyyeyi (kesin inançları) telkin etmek için me’mûr olmuştur (görevlendirilmiştir), mersûl olmuştur (gönderilmiştir).
Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin delâlet-i peygamberânesiyle tesis etmiş olan dînimizin kanûn-i aslîsi cümlenizce mâlumdur ki Kur’an-ı Azîmüşşânın ihtivâ ettiği nusûhtur (öğütlerdir). Bu nusûha istinâden tesis etmiş olan dinimiz 1300 bu kadar seneden beri âlem-i beşere feyz-i rûhânî vermiş son dindir ve dîn-i ekmeldir. Çünkü tabiata, akla, mantığa tamamen muvâfık, mutâbık ahkâmı ihtivâ eder.
Filhakîka böyle olması ve en son din olabilmesi için bu mezâyâyı âliyeyi (yüksek meziyetleri) câmî bulunması (içine alması) icap eder. Çünkü aksi takdirde kavânîn-i ilâhiye (ilâhî kanunlar) beyninde tezat olması lazımdır. Zira bilcümle kavânîn-i dîniyeyi yapan ve kuran Allah Azîmüşşân’dır.
Biliyorsunuz Cenab-ı Peygamber bütün mesâi-i zâtiyesinde (şahsî çalışmalarında) iki hâneye mâlik bulunuyordu. Birisi kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini ekseriyâ Allah’ın evinde, camide Eshâb-ı Kirâm ile istişâre ederek yapardı. Biz bu dakikada Allah’ın evinde bulunuyoruz.
Allah’ın huzurunda, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ehl-i imân ile beraber ictimâ ettiği dâr-ı kudsîde bulunuyoruz. Böyle bir sevaba beni muzahhir eden (kavuşturan) Balıkesir’in dindar, çok kıymettâr ve kahraman insanlarının huzûrudur. Bundan dolayı çok memnunum. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a karşı en kıymetli bir vazife ifâ ettiğimizden nâşî (dolayı) en büyük sevaba nail olacağım.
Ey Balıkesir Halkı!
(…)
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93) Dinimizin hangi ölçüler içerisinde yaşanmasını açıklamıştır.
11) Hediye Edilen Seccade…
Öte yandan, Mustafa Kemal’in dindarlığı hakkında ileri geri konuşan meczupların, iftiralarına cevap olacak nitelikte bir olayı burada sırası gelmişken hatırlatmak isterim. “Tarihin Yıkılmaz Kalesi Çanakkale” adlı eserde zaferden sonra, savaşın gidişatını değiştirerek Çanakkale’yi “geçilmez” hale getiren Mehmetçik ve onun komutanı Mustafa Kemal’e hediye edilen iki seccadeden bahsediliyor ki, son derece önemli bir olaydır.
Çanakkale Savaşları, Mustafa Kemal’in ve Türk varlığının milli şuurunun ortaya çıkmasına vesile olmuş kahramanlık destanlarıdır. Bu kahramanlığın hatırası olarak ve o zor fakat başarılı günleri hatırlatmak amacıyla, Mustafa Kemal Atatürk’e, Elazığ Valisi Sabit Bey tarafından hediye edilen iki seccadenin üzerlerine, Çanakkale Zaferi’ni hatırlatması için, Çanakkale haritaları işlenmişti… Bu incelik ve kadirşinaslık Gazi Paşa’yı son derece memnun etmişti…
Mustafa Kemal, seccadelerden birini Latife Hanım’a verir, yatak odasında namazını kılması için, bir tanesini de çalışma odasındaki soyunma dolabına koydurur. Ve kimsenin olmadığı saatlerde seccadeyi serer üzerine diz çöker, derin tefekküre dalar, kendi parasıyla Elmalı Hamdi Yazır’a yaptırdığı “Kuran Meali” tercümesini dikkatle okur. Bu ibadet sahnelerine araç olarak da o hediye edilen Çanakkale Haritalı seccade eşlik ederdi… (Prof Dr Ramazan Demir)
12) ATATÜRK, HZ. MUHAMMED’E HAYRANDI
Tarihçi ve din bilgini Ord. Prof. Şemseddin Günaltay, Konya’da bir parti Kongresince yaptığı pek mühim ve tarihi bir konuşmada, Atatürk’ün Bedir savaşı ve Yüce kahramanı hakkındaki hayranlığını söyle anlatmıştı:
Atatürk’ün, birer asker kaçağı yuvası halini alan medreseleri kapatmasının ve dinîmizi cehaletin ve yobazlığın elinden kurtarmak İçin giriştiği nurlu ve hayırlı inkılâbın manasını kavrayamayan bir takım kimseler, o büyük adamın dini akidelerinden şüpheye düşmüşlerdi.
Bu sırada, münevver geçinen tanınmış bir zat da, bu yanlış kanaate düşerek, güya Atatürk’ün gözüne girmek maksadiyle bir İslâm düşmanı tarafından İslâmiyet ve Hazreti Muhammed aleyhine yazılan bir eseri Türkçeye tercüme edip Atatürk’ün mütalâasına arz etmişti.
O esnada Dolmabahçe Sarayında oturmakta olan, Atatürk, bu esere şöyle bir göz gezdirdikten sonra, hemen Şemseddin Günaltay’ın Erenköyündeki köşküne telefon ettirerek kendisini acele saraya dâvet etmiş ve mahut tercümeyi göstererek:
– Hocam şu kitabı gördün mü, bu babta ne dersin? diye sorması üzerine ne cevap vereceğini şaşıran üstad da bir an için Atatürk’ün dinî akidesi hakkında tereddüde düşmüş: Acaba kitap hakkında hakikî kanaati nedir? nasıl bir cevap verebilirim? diye düşünmüş ve nihayet:
— Paşam, bir kaç gün müsaade buyurunuz da, tetkik edeyim deyip evine dönmüş.
Üstadın cevabını sabırsızlıkla bekleyen Atatürk, günün birinde acele bir emirle, hocayı saraya çağırmış.
Gerisini hocanın ağzından dinleyelim.
Ben içeri girince, başını kaldırıp sordu:
– Kitabı tetkik ettiniz mi, fikriniz nedir? dedi.
Artık tereddüde lüzum ve imkân kalmamıştı, ne olursa olsun dedim ve tercümeyi Ata’nın önüne koyarak:
– Ele alınacak şey değil, bir facia paşam diye cevap vermeğe kalmadan. Atatürk yerinden fırlayıp parladı ve Başvekile dönerek:
– Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapan (…) beyi de devlet hizmetinde kuşanılmamak üzere hükümet kapısından uzaklaştırın diye emretti.
Hazreti Muhammed’e (ve onun peygamberliği kadar büyük askeri dehasına) hayran olan eşsiz Sakarya galibi. Bedir galibini göklere çıkarırken, onun Hak Peygamberi olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar diye heyecanlandı.
Ata’nın son sözü şu olmuştu:
“Hazret-i Muhammed’in, bir avuç îmanlı Müslümanla, mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer, fâni insanların kârı değildir, Onun peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır.” diye gözlerini uzak çöllere ve kutlu topraklara doğru çevirdi.
(9 Eylül 1962 tarihli Hakikati TASVİR Gazetesi’nden)
13) Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın 1921 yılında Darüşşafaka’ya 20 bin kuruşluk (2 milyon TL) bağış yaptığını içeren vasiyeti:
Zübeyde Hanım’ın Darüşşafaka’ya bağış belgesinde çok ilginç bir şartı bulunuyor. Dindar bir Müslüman olan Zübeyde Hanım, bağış belgesinde her yıl Kadir Gecesi’nde bir Darüşşafa öğrencisinin Hatmi Şerif (Kuran-ı Kerim’i baştan sona okumak) icra etmesini ve bundan hasıl olacak sevabı, başta Hazreti Muhammed ve ailesi olmak üzere enbiya ve evliyalara, kendi gelmiş geçmiş aile efradının ruhlarına bağışlanmasını şart koşmuş. (Darüşşafaka Arşivi)
14) Ulu Önder, din adamlarına karşı her zaman samimi bir şekilde hürmetkar olmuş ve saygı duymuştur.
Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, Atatürk’ün kendisine duyduğu saygı ve hürmeti şöyle anlatmıştır:
“Ata’nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı… “Paşam beni mahcup ediyorsunuz” dediğim zaman “Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır.” buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.” (Atatürk ve Din Eğitimi – Ahmet Gürtaş – Diyanet İşleri Bakanları Yayınları s.12)
15) Atatürk Kuran okutulmasına da son derece önem vermiştir. Hafız Zeki Çağlarman Atatürk’ün bu yönünü şöyle anlatmıştır:
“Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’la uzun yıllar komşuluk yaptık. Her yıl Ramazan ayı yaklaşınca Atatürk kız kardeşine; “Makbule, Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme” der ve hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içerisinde para verirdi.” (Din Toplum ve Kemal Atatürk, Ercüment Demirer, s.10)
16) Atatürk, vefatından 15 gün önce Dolmabahçe Sarayında hasta yatarken kendine geldiğinde zamanın Dışişleri Bakanına ve Başbakanına, “İslam Alemine mesaj veriyorum, bildirin” demişti. Ne yazık ki bildirmediler!
“Bütün Dünya Müslümanları!
Allah’ın(cc) son peygamberi Hazreti Muhammed’in (sav) gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli.
Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli. İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli.
Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilir”
Kaynak:
Urduca Yayınlarda Atatürk.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yayınları. 1979 Say. 102
17) Son zamanlarda sözüm ona “Atatürk’ün dinsizliğine” en büyük kanıt olarak onun 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasının sonundaki “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları!” sözü gösterilmektedir. Atatürk’ün sürekli istismar edilen ve çokça çarpıtılan bu sözünü açıklamanın zamanı geldi de geçiyor bile:
Öncelikle Atatürk’ün o sözünü –Atatürk’ü dinsiz göstermek isteyenlerin yaptığı gibi cımbızlamadan- öncesiyle sonrasıyla ortaya koyalım:
İşte Youtube’da yayınlanan “o videoda” yer almayan bölümleriyle Atatürk’ün 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasındaki o kısım:
“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.
Atatürk’ün, “Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları” Sözünün Şifresi
Sırayla gidelim:
1) “Gökten indiği sanılan kitaplar”ifadesinde ilahi dinlere hakaret yoktur: Şöyle ki: Evet! Burada bir eleştiri vardır, ancak bu eleştiri kutsal kitaplara değil, kitapların “gökten indiği sanrısına” yönelik bir eleştiridir. Çünkü ilahi dinlerin (Tanrısal kaynaklı-kitaplı dinlerin) kutsal kitapları “gökten inmemiştir”. Hele hele son İslam dininin “gökten indiğini iddia etmek” abesle iştigal olur. Çünkü Kuran’ın gökten indiğini iddia etmek her şeyden önce Allah’ı gökte sanmak olur ki bu büyük bir yanılgıdır. İslam’da Allah mekan ve zaman üstüdür. Belli ki İslamın Semavi (göksel) din, Kuran’ın Semavi (göksel) kitap olduğu şeklindeki genel kabulden hareket edenler, yüzeysel bir bakışla, Kuran’ın gökten yere indiğini düşünmektedirler. Aslında gökteki bir tanrı inancı Hem İslama inananların hem de ona inanmayanların ortak bilinç altıdır. Oysa ki, İslama göre ne gökte bir tanrı vardır, ne İslam semavi bir dindir, ne de Kuran gökten inen bir kitaptır. Burada “inmek” sözüyle kastedilen “boyutsal” bir durumdur. İslami kaynaklara göre Kuran İslam peygamberi Hz. Muhammed’e vahiy şeklinde “ilham” edilmiştir, indirilmiştir, ama “gökten” indirilmemiştir. Kuran’da geçen “İnme” sözcüğünün Arapçası “Nüzul”dur ki, “Nüzul”(İnme) çok farklı anlamlarda kulanılmıştır, kullanılabilir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: Örneğin “Nüzul” sözcüğünün kökü “NZL“dir. Buradan hareketle örneğin, “teNZiLat” indirimdir, ama “gökten indirim değil”, fiyatlarda indirimdir! “NeZLe” “sinüslerdeki akıntının akciğerlere inmesi” olayıdır. Burda “sinüs akıntısının gökten inmesi” değildir kuşkusuz! Hatta birde “inme” vardır, yani “felç”. Bilindiği gibi felç de gökten inmemiştir! Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında bizzat İslam dininin ana kaynağı Kuran’da, Kuran’ın indiği ancak gökten inmediği açıkça ifade edilmiştir. Şöyle ki.Kuran’da (39-Zümer-1)’de “Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm(hakîmi)”. (نزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ ) yani “Bu kitabın indirilişi aziz ve hakim olan Allah’tandır”. Elmalılı Hamdi Yazır başta olmak üzere bütün Kuran tercümelerinde bu ayet burada verdiğim meale yakın bir şekilde çevrilmiştir. Hiçbir tercüme de “gökten indirildi” ifadesi yoktur. Daha doğrusu “gök” “gökyüzü” ifadesi yoktur. Görüldüğü gibi Atatürk çok haklıdır. Gerçekten de kutsal kitapların, özellikle Kuran’ın gökten indirildiği hakikaten de bir “sanrıdır”. Demek ki, asıl dine hakaret “Kuran’ın gökten indirildiğini” sanmaktır. Demek ki neymiş! Atatürk Kuran’a, bugün ona dinsiz damgasını yapıştıranlardan çok daha fazla hakimmiş.
2) “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” cümlesindeki “dogmalar”ifadesi kutsal kitap sözlerine hakaret değildir:Şöyle ki: bütün sözlüklerde “Dogma” sözcüğü “Kat’i olarak ileri sürülen fikir.” anlamındadır. Sözcük Fransızca “Dogme” sözcüğüne dayanmaktadır. “Dogma” sözcüğü Türk Dil Kurumu’nun “Türkçe Sözlüğü”nde aynen şöyle tanımlanmıştır: “(Fr. Dogme. Yunan. Fel.) Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” (TDK, Türkçe Sözlük, bas. Ankara, 1998, s. 609). Dolayısıyla kutsal kitapların “dogma” olduğunu söylemek gerçeği ifade etmektir. Bilindiği gibi Kuran’daki ilkelerin değişmez, zaman ötesi ilkeler, Fransızca söylersek (dogme) olduğunu bizzat Kuran ifade etmiştir, Müslümanlar da bu ilkeye inanmıştır. Asıl Kuran’ın “dogma” (değişmez) olmadığını söylemek Kuran’a hakarettir! Bu nedenle Atatürk “kitapların dogmaları” derken kutsal kitaplara ve özellikle de Kuran’a hakaret etmemiş, gerçeği ifade etmiştir. Nitekim Atatürk, söz konusu konuşmasında, “Bizim prensiplerimizi dogmalarla bir tutmamalıdır” dedikten sonra, “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir ki, burada da “dogma” sözcüğünün birebir sözlük anlamından, yani “Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” açıklamasından hareket etmiştir. Atatürk, “Bizim prensiplerimiz dogma değildir” derken, kendi prensiplerinin “gökten” veya “gaipten” yani “bilinmeyen bir kaynaktan/görünmez alemden” değil doğrudan doğruya bilinen, görülen yaşamdan alındığını, yani dogmaların aksine “doğruluğunun sınandığını” yani “bilimsel” olduğunu anlatmak istemiştir. Böylece devletin din kurallarıyla değil hayattan alınan dünyevi kurallarla yönetileceğini, doğrusunun bu olduğunu anlatmak istemiştir. Atatürk bu sözleriyle çok güçlü, “sarsıcı”, bir laiklik vurgusu yapmıştır. Tabi ki devletin kutsal kitap kurallarıyla, din kurallarıyla yönetilmesini isteyenlerin bunu anlaması olanaksızdır. Atatürk bu sözleriyle, kutsal kitaplara/dinlere değil, sürekli değişken, dinamik bir yapısı olan devlet yönetiminin “dogmalara” yani değişmeyen” kitaplara/dinlere göre belirlenmesine ve bir de “kitapların gökten indiği sanrısına” dayanan kutsal kitap yorumuna/anlayışına, itiraz etmiştir. (Tarihçi Sinan Meydan)
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. – Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (1923)
“Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.” Başbuğ ATATÜRK
YILMAZ KARAHAN
Yorumlar
“192) Atatürk’ü Anlamak (1)” yazisina 2 Yorum yapilmis
Yorum yap
https://www.yenidenergenekon.com/859-osmanli-16-yuzyilda-yikildi/
Türklerin topraklarına buyur ederek başlarına bela ettikleri yahudilerin osmanlı’da (diğer yabancılarla birlikte) yaptıklarını, yarattıkları tehlikeyi biliyordu, bunların diğer yabancılarla birlikte kendilerini, amaçlarını saklamak için kullanıp Türklere karşı (günümüzde olduğu gibi) savaş aracı olarak kullandıkları islam konusunda da yeterli bilgisi vardı. İki unsurunda üzerimizde ki etkilerini kaldırabildiği için bilimsel eğitimin, üretimin, geleceği olan atılımların önünü açabilmişti. Üzücü olan https://www.yenidenergenekon.com/859-osmanli-16-yuzyilda-yikildi/ yahudi sonrası osmanlı’da büyük çoğunluğu yeryüzünden silinen geri kalanlarıysa tanınamayacak derecede yozlaştırılanlardan bir ulus yaratmak zorunda kalması oldu.
Eğer yahudiler Türk topraklarına çağrılmamış olsaydı topraklarında geniş alana yayılmış, yüksek yoğun nüfusuyla güçlü (han çinlisi yayılabildiği tüm alanlara yayılarak güçleniyor) eğitim, üretim gibi süreçleri kasıtlı aksatılmadığından eğitimli, üreten, gelişmiş, yabancıların olmadığı, sürekli kasıtlı yaratılan sorunlardan uzak olunacağından sakin, dilsel, ırksal, geleneksel anlamlarda kirletilmemiş arı bir toplum, ulus olarak günümüzde varlığımızı sürdürüyor olabilirdik. Bunlar ve başımıza saldıkları yüzünden neler yitirdiğimizi, neler yitiriyor olduğumuzu eğer eğitimimizden izlediklerimize onlarca mahvedilmeseydik, içeriden ve dışarıdan osmanlı’da olduğu gibi kuşatmaya alınmış olmasaydık belki bilir ve eylemsizlikten sıyrılınıp bir şeyler yapılırdı.