130) TÜRK OKÇULUĞU
Yayin Tarihi 28 Şubat, 2008
Kategori TÜRK DÜNYASI
TÜRK OKÇULUĞU
Türkler’de yay yapımı önemli bir iş ve sanattı. Efsanevi anlatımlarda bunun için avcı dağlara düşerek yedi geyik tekesi yakalar ve bunların boynuzundan yay hazırlarlar. Boynuz, ağaç ve sinirden oluşan Türk yayı, bunların balık tutkalı ile yapıştırılması ile meydana gelirdi.
Kalmuk destanı Dzangar’da “kahramanın atış yayı” ve Başkurtlar’da “kemik ve kurt siniriyle kaplanmış yay” demek olan “edrene” sözcüğünün kökeni, Doğu Türkleri’nin folklor materyallerinin incelenmesinden ortaya çıkmaktadır.
Sir-Derya kıyılarında derlenen Kazakça “Adile Sultan” destanında edrene, Başkurtça ve Kalmukça’da olduğu gibi, doğrudan doğruya yay anlamına kullanılmıştır ki yay kavramını ifade eden arkaik bir sözcük olduğu düşünülür. Orta Asya Kırgız-Kazakları eski kahramanların “edrene” denilen bir tür yay kullandıklarını yalnız destanlarından bilirler, İrtiş havzasındaki Kazak-Kırgızlar ise “edrene”nin Başkurt icadı olan yay olduğunu söylerler. Kompozit (mürekkep) Türk yaylarının yapımında efsane ve destanlarda belirtildiğine göre, dört çeşit organik madde kullanılmıştır: ağaç, boynuz, sinir ve tutkal.
Yakut Türkleri’nin Er-Sogotoh destanında, Er-Sogotoh’un kemikten yapılmış yayını altı kişi çekemez, okları çekice benzer ve ağaçtan yapılmış balıkçı kulübeleri kadar büyüktür. Altay Türk masallarından “Kara-Atlı Han” (Karattuu Kan) adlı masalda; ki bu masal türeyiş destanına paralel bir temaya sahiptir, çocuk kendine “yay” yapmak için yedi dağı dolaşır ve yedi geyik tekesinin boynuzlarını toplar. Boynuzları yan yana getirir, yapıştırır ve bunlardan da çok büyük ve çok kuvvetli bir yay yapar. Yay kirişsiz olmazdı. Ama bu öyle bir yaydı ki, her kiriş de buna uymazdı. Büyük denizin ta öbür ucunda, “yaan” adlı canavar bir hayvan yaşarmış. Oğlan onu öldürür, derisini yüzerek yayına kiriş yapar, Eski Türkçe’de “yağan”, fil demektir. Bu arada tekenin erken dönemden itibaren Türkler’de totem hayvanı olduğunu düşünürsek, onun, yapımında kullanılan yay da aynı ölçüde totemik bir değer taşır ve kutsaldır.
Köktürk döneminde kemik yaylar çok geliştirilmişti. O kadar ki Çinliler bu görkemli yaylarda tek boynuzlu efsanevî bir hayvan olan “kilen” boynuzu ve oklarda kartal kemiklerinin kullanıldığını sanmakta idiler..
Tüm Avrasya bozkırını kapsayan sınırlar içinde, genel çerçeveye katılan atlı göçebe halklar, ok ve yayın yapılışında kullandıkları teknolojik farklılıklar ya da uygulamada kullanışlarındaki ayrılıklar, alt kimliklerinin esoterik kaynağı noktasına ulaşmıştır. Ok ve yayın yapımında kullanılan malzeme ve yapılış bilgisi okült (gizli) bir şekilde, ustadan çırağa aktarılarak, yapıcısına ve ailesine sosyal hayatta seçkin bir yer kazandırdığı görülür. Yine Dede Korkut hikayelerinde Eksek -koca’nın oğlu olup, “Okçu” namıyla anılan birinden söz edilmektedir. Destanlarda altın, gümüş, demir, bakır, kamış, kayın ağacından yapılmış oklarla karşılaşmaktayız.
Yay da sığır sinirinden, kurt sinirinden ve kemikten yapılmaktadır. Tek başına iş göremeyen okun tamamlayıcı parçası yaydır. Bunun yapımı ise, oktan daha zordur. Çok eski silah kitaplarında yaylar, et-kemik-kan ve sinirden oluşan insana benzetilir ve bundan ötürü de kutsal sayılırdı. Gerçekten de yaylar,
ağaç – tutkal sinir ve kemikten yapılır .
Bu yayların yapımı bir yıl almakta, iyisi iki yüzyıl kullanılabilmekte idi. Bu konuda ustalığa ulaşmak bir ömür alırdı. Bu üstün kaliteli silaha, uzun ve yorucu idmanlarla edinilen atış yetkinliğini de eklersek varılan göz kamaştırıcı sonuçlara şaşmamak gerekir. Ok ile yay kullanımı çok erken dönemlerde, sadece av silahı olarak kullanıldığı, ancak çeşitli savaşlar nedeniyle toplumlarda geliştirilerek kullanıldığı, köken ve doğuş efsaneleriyle ulusallaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Kurumsal av ve bu avda uygulanan okçuluk taktik ve tekniklerinin zaman içinde, savaş eğitimi ve taktiği uygulaması şekline dönüşerek, okçuluk faaliyetinin odağında yer aldığı temel nitelik haline gelmiştir.
`Sonuna dek gerilmiş bir yay, tüm evreni içine alır, işte bunun için yayı doğru biçimde germeyi öğrenmek çok önemlidir.’Yayın doğru gerilebilmesi için vücudun gergin olmamasını öğütler Zen okçuları. Bir bebeğin parmağı tutması gibi kuvvetli ama yumuşak. Bir bebek gibi amaçsız. Böyle olduğunda okun bırakılışı da gerilimsiz ve titremesiz olacaktır. Hedefi düşünmeden yayı germek öğütlenir; yayı germeyi ok atmak için bir araç gibi görmemek öğütlenir. `Doğru yolda amaç güdülmez. Hedefi vuracağım diye ne kadar çabalarsanız o kadar başarısız olursunuz, amaçtan o kadar uzaklaşırsınız. Bir şeyi başarma tutkunuz yolunuza çıkmış bir engeldir.’
Yayı bütün evreni içine alacak kadar gerebilmek, evrenle bütünleşmenin bir yolu olmalı. Oğuz destanındaki Oğuz sözcüğü ok’tan gelir, ok ve oğulun aynı anlama geldiğini söyler Macar bilim adamı Laszlo Torday evren, ok ve yayla anlatılmaz mı? Uluğ Türk bir gece rüyasında altın bir yay ve üç gümüş ok görür. Yay, doğudan batıya doğru uzanıyordur. Oklar gece tarafından uçuyordur.
Tüfek icat oldu, Osmanlı’da okçuluk savaştaki önemini kaybetti, ama içine sarayı, padişahları alan törensel bir spor haline geldi. Kendi ahlakı, adabı ve büyüsü oluştu. Sabır, liyakat, eşitlik ve erdem için bir yol haline geldi okçuluk. Padişah bile istese, oku eline alıp bir atış yapamazdı. Kabza almak, yani ok meydanlarında ok atabilme hakkına sahip olmak için, uzun süren bir eğitim ve terbiyeden geçmek gerekirdi. Kabzayı veren, okçuların piri, şeyhi ya da menzil sahibi bir kemankeş olmalıydı.
Acemi okçunun, hakiki yayıyı eline alabilmek ve ok atabilmek için önce eline kepaze alması gerekirdi. Yeni başlayanlar kepade ya da kepaze denilen yumuşak bir yayı günde 50 kezden başlayıp 500’e kadar çekip bırakırdı. Bıkmadan, usanmadan ve sabırla. Sonraki aylarda, yine ucu lastik toplarla kapatılmış oklar kullanılarak talim atışları yapılırdı. Otuz gün boyunca, sabah 150 defa, akşam 150 defa. Vücut ve zihin yayı germeye ve oku sarsmadan atmaya iyice alışana değin. Çünkü okta, kuvvet kullanarak en ileri atmaktan çok hedefi vurmak önemlidir. Şahitler huzurunda diz çökerek şeyhin önüne gelen kemankeş, yayı ve şeyhin elini öper. Şeyh de kabzayı onun sol eline bırakır ve kulağına kemankeşlik sırrını fısıldardı.
Sultanlar ve vezirlerin kabza törenleri biraz daha farklı olmakla birlikte, onlar da diğer acemiler gibi idmanlara devam etmek, meydanda 900 gez’den (1 gez: 80 santimetre) daha aşırı mesafeye oklarını fırlatmak zorundaydılar. Onlar da kabza almak için bir üstat seçerdi. Bir kemankeş için en büyük hedef, başka okçuların menzillerini geçip kendi adına bir menzil taşı diktirmekti. Tabii menzilden fazla sapmadan. Okun nişan taşından düşebileceği uzaklık 30 gezdi (17. yüzyıldan sonra 40 gez).Kemankeş her atışta `Ya Hak!‘ diye bağırırdı. Bu sesi duyan havacılar, yani oku havada izleyip konacağı yere koşanlar böylelikle atışın yapıldığını anlarlardı. Ok nişan taşına yakın düşmüşse, bu havacılar ucuna taş bağlı bir tülbenti havaya atıp tülbent ederlerdi. Menzil alınmışsa yani eski bir menzil geçilmiş ise kavuklarını havaya atarlar yani destar bozarlardı. Ve sonra çağrılan ayak şahitleri (atışın yapıldığı taşın başında bekleyenler), `Oku yolunca attı, sarık bozulduğunu gördük’ der, hava şahitleri `Oku buraya düştü, konduğunu gördük’ derlerdi. Kabul edilince de `Pehlivan, söz yok, atmışsın’ denirdi.
Kemankeşlik
Osmanlı İmparatorluğunda okçuluk Orta Asya Türkleri’nden gelerek, Arap geleneklerinin de hafif bezemeleri ile gelişmistir. Osmanlı kemankeşlik sporu yüzyıllardır adını çok bilmediğimiz büyük kemankeşlerin (Bosna’lı Şüca, Havandelen Solak Bali, Tozkoparan İskender vs…) yaratılmasını sağlamıştır. Bu sporcuların kimilerinin menzil atışları 1275 gez (800-850 metre) mesafeler ile kırılması güç rekorlara imza atmışlardır. Osmanlı kemankeşleri pir olarak Sahabe’den Ebu Vakkas’ı sayarlar.
Kemankeşlik sporunun araçları olan ok ve yay için ise;
Okun boyu “gez” olarak ölçülür.Bir gez yaklaşık olarak 65 – 70 cm. civarındadır , çeşitli ahşap malzemelerden (çam ağaçlarının kuzey rüzgarı alan kısımlarından) veya bambu kamışından yapılır ,
Ok ucuna “demren” ya da “temren” adı verilir, kemik veya demirden yapılır,
Okun son kısımı olan tüy kısmına ise “yelek” adı verilir, genelde kuğu, kartal tüyleri kullanılır, ucunda temren’i olan oklara işlevine göre gerektiğinde yelek takılmaz.
Yay: Osmanlı yayı ise son derece işlevsel, aynı zamanda kısa, kullanımı kolay ve “pek”, yani oldukça sert yaylardır.
Yay ipine Tirkeş veyahut Çile adı da verilir. Tirkeş, genelde koyun bağırsağından olabileceği gibi ibrişimden de imal edilir.
Yaylar genelde filmlerde görüldüğü gibi sürekli olarak gergin durumda değillerdir. Normal durumda tirkeş ve yay gerilimsiz ve gevşek bir şekilde durur, kullanılacağı zaman ise yay kurulur.
Yay terse doğru kurulmaktadır ve oldukça güç gerektiren bir iştir (Harbiye Askeri Müze’de yay örnekleri ve kurulumun nasıl yapıldığına dair çizimler mevcuttur). Kaynaklar bazı kemankeşlerin ve gücü ile nam salmış pehlivanların “pek” yayları tek kolları ile kurabildiklerinden övgü ile bahseder.“Hz. Muhammed hadislerinde savaş ve silah konusuna da değinmiştir.
Bir hadisinde “Evladınıza suda yüzmeyi ve nişan almayı öğretiniz” diyerek, çocuk yaşta bir spor olarak hazırlanmayı işaret ederken, gelecekteki bir savaş için; “Her kim düşmanla karşılaşır da, ölünceye veya zafer kazanıncaya kadar sabır ve sebat ederse, kabir azabından emin olur” demiştir.
Yine bir hadisinde “Ok atmak boş yere geçirilen zamanların en hayırlısıdır” öğüdü ile ok talimini öğütlemiş, bir diğerinde ise “Her kim nişancılıkta usta olur da, onu terk ederse Allahın nimetlerinden bir nimeti terk ve kaybetmiş olur” diyerek ok atmayı Allahın insanlara verdiği kutsal nimetlerden biri olarak değerlendirmiştir.”
Yorumlar
Yorum yap