123) ATATÜRK VE ORDU
Yayin Tarihi 2 Haziran, 2010
Kategori ATATÜRK
ATATÜRK VE ORDU
Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra Türkler’i tarih sahnesinden silmek, mezara gömmek isteyenlere karşı Mustafa Kemal öz yurdunun kurtuluşu için savaşıma giriştiğinde kendisine, “Silahın, ordun, paran var mı?” diye soranlar oldu. Eşsiz kahraman, bu zayıf iradeli ve kısa görüşlülere şu yanıtı verdi:
“Paramız da olacak, silahımız da olacak, ordumuz da olacak. Savaşacağız ve muzaffer olacağız!”
Mustafa Kemal’in farklı bir ordu ve asker anlayışı vardı. Askerlik sanatı üzerine araştırmalar yapmış ve kitaplar yazmıştı. En duyarlı olduğu konu ise ordu ve siyasetti.
Yakın silah arkadaşı Ali Fuat Cebesoy şöyle anlatıyor:
“1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla ‘Hürriyet’i sağlamakta az veya çok gayret göstermiş olan subaylar, kendilerini birdenbire politika içine yuvarlanmış buldular.
Üst ve ast arasında orduyu ayakta tutan geleneksel saygı ve disiplin de çok azaldı.
“Bir gün, çok genç bir ittihatçı teğmenin, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bir tümen kumandanından bahsederken, ‘Adam yüzüme dik dik baktı. Fakat ben selam vermek bile istemedim’ dediğini yakın bir arkadaşım anlattı. “Ne İttihat ve Terakki Cemiyeti subaylara ve ne de subaylar, cemiyete söz geçirebildiler. Genel merkez dizginleri elden kaçırdı. Çünkü ne bir programı ne de o programı uygulayacak bir lideri vardı. Talat (Paşa) bir gün bize, ‘Vallahi, ben de şaşırdım, kaldım. Suyun durulmasını bekliyoruz’ demişti. Olaylardan en fazla etkilenen Mustafa Kemal’di. İhtilalden önce yaptığı uyarıların hiçbir etki yaratmamış olduğunu görmüş, üzüntüsü büsbütün artmıştı. Diyordu ki, ‘Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde, bir kudret olmak vasfını kaybedecektir. Bu ise memleket için bir felaket olacaktır.”
Mustafa Kemal ordu ve siyasetin iç içe olmasından rahatsızdı. 22 Eylül 1909 tarihinde toplanan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin II. Büyük Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada şöyle dedi:
“Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız siyasette devam etmek istiyorlarsa ordudan çıkmalı ve cemiyetimizin halk içindeki örgütü arasına girmelidirler. Bu biçimde gün bile yitirmeye yer vermeksizin ordumuz siyasetten uzaklaşmalıdır. Ve ordu içinde kalacak dostlarım da artık siyaset ile uğraşmamalı ve bütün çabalarını ordumuzun güçlendirilmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce örgütümüzü halkın içinde yayarak ulusumuza dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”
Duygu ve düşüncelerini en açık biçimde dile getiren Mustafa Kemal asker olarak üzerine düşeni yapmak için kolları sıvadı. En zor görevlerin üstesinden geliyordu. Salih Bozok’a yazdığı mektupta bu görüşünü şöyle açıkladı:
“Orduyu, ülkeyi kurtarmak için çok özverili çalışmak gerekir. Başka çare yok! İstanbul çevresi çok pis, herkes kişisel çıkarından başka bir şey düşünmüyor!”
Selanik’te bulunan arkadaşı Binbaşı Behiç’e yazdığı mektupta da bu konudan söz ediyordu:
“Askerlerin siyasetle uğraşmasını yasaklamak için bir yasa maddesi yapmışlar. Ben iki yıl önce bir rastlantı sonucu bulunduğum bir kongrede ‘Askerleri bırakınız!’ dediğim için gerici oldum. İdama mahkum edildim. Zaman ve olaylar, her türlü gerçekleri kanıtlar ve belirtir, kimi kez böyle öldürücü bir darbe indirerek!”
1911’de Selanik’te atlı gezide, Alay komutanı Andertin, “Arnavutluk ayaklanmasını bastıran Osmanlı ordusu onuruna içiyorum” diye kadeh kaldırdığında Mustafa Kemal’in ağzından şu sözler dökülmüştü:
“Türk ordusu için iç savaşta başarıya ulaşmak bir zafer değildir. Bu olayın onuruna ülkeyi seven bir adam olarak ve Türk subayı olarak sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak üzüntü duyabilirim. Arkadaşlar bana dikkat edin, sözlerime kulak verin! Osmanlı ordusu değil Türk ordusu bir gün gelecek, Türk varlığını, Türk’ün bağımsızlığını kurtaracaktır. İşte asıl o zaman sevineceğiz, övüneceğiz. İşte o zaman Türk ordusu görevini yapmış olacaktır.”
1918’de İstanbul’da “Minber” gazetesi, Mustafa Kemal’e sorduğu sorunun yanıtını yayımlıyordu:
“Ben siyasetle yalnız 1913-14 askeri ataşeliklerin üzerimde bulunduğu bir yıl boyunca ilgilendim ve ilgilenme tarzım da sırf siyasi olmayıp askeri-siyasi bir ilgilenmeydi. Bu görev sürem hariç tutulursa bütün hayatım askerlik işleriyle uğraşmakla geçmiştir. Dolayısıyla kendimde ordulardan, muharebelerden ve askeri kanılardan söz etmek için çok geniş yetki görüyorsam da siyasetten söz etmeyi bu işle ilgilenenlere bırakmayı uygun bulurum. Benim amaçladığım ‘manevi, bilimsel, teknik ve ahlaki bakımdan kuvvetli olmaktır. Çünkü bu saydığım özelliklerden yoksun bir milletin bütün bireylerinin en son silahlarla donandığını farz etsek bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olamaz. Benim anlayışıma göre kuvvetli bir ordu denildiği zaman anlaşılması gereken anlam her bireyi, özellikle subayı, kumandanı uygarlığın ve tekniğin icaplarını kavrayan, tavır ve hareketlerini ona göre uygulayan yüksek ahlakta bir topluluktur. Kuşku yok ki tek amacı, görevi, düşüncesi ve hazırlığı vatanın savunmasıyla sınırlı olan bu topluluk ülkenin siyasetini yönetenlerin en sonunda verecekleri kararla faaliyet haline geçer.”
Mustafa Kemal’in önce şu sözlerini anımsatalım:
“İstanbul sokakları İtilaf devletlerinin süngülü askerleriyle dolmuştu. Boğaziçi toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılarıyla, lacivert sularını göstermeyecek kadar örülü idi… Şaşılacak gerçektir, artık adi bir mezbele gibi ayak altında çiğnenen bir muhitte hâlâ bir saltanat, bir hükümet, bir varlık farz edenler vardı.”
Ülkeyi bu “utanılacak durum”dan kurtarmak için Mustafa Kemal yola çıktı. Onun bu yolunu kesmek istediler, kendisini çok sevdiği askerlikten ayırdılar. Mustafa Kemal, yoluna sivil olarak devam etti. “Erzurum”, “Sivas”, “Ankara”, “TBMM” derken yeniden asker elbiselerini giymek zorunda kaldı, başkomutan Mustafa Kemal oldu.
Cephe dönüşü TBMM’ye bilgi verdi:
“Birbuçuk ay kadardır cephede meşgul olduğumu hepiniz biliyorsunuz. Düşmanın durumunu yakından inceledim. Ordularımızı baştan sona teftiş ettim. En büyük komutanlarından erlerine varıncaya kadar tümünün yüce heyetinize karşı güven ve sevgilerini sarsılmaz bağlılığını saygılı selamlarıyla birlikte arz ederim. Ordumuzun hiçbir eri müstesna olmaksızın tümünün izlediğimiz kutsal davayı bilinçli olarak algıladığına inanabilirsiniz. Ordularımız Türkiye’nin düşmanlarını anlamıştır, dostlarını da anlamıştır. Ne için savaştığını biliyor ve hangi sonuca ulaşıncaya kadar savaşması gerektiğini de sükûnet içinde vicdanında duyarak biliyor. Zorluklar içinde kurmayı başardığımız ordular gerçi Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insancıl ülkü bakımından onlardan daha yukarı düzeyde erdemlilikle ve değerde bir çelik parçasıdır. TBMM Hükümeti’nin ordusu istilalar yapmak ya da saltanatlar yıkmak ya da kurmak için şunun bunun buyruğunda hırs aracı olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka bir amacı olmayan ulusun aynı ülküyle duygulu ve yalnız onun buyruğuna bağlı öz evlatlarından oluşan saygın ve güçlü bir topluluktur.”
Mustafa Kemal, ordu ve siyaset konusu 1920’de TBMM gündemine geldiğinde şunları söylüyordu:
“Harbiye Nezareti’nin görevleri ordunun beslenmesi, giydirilmesi ve donatılmasıdır. Görevleri arasında emir, komuta yoktur. Ülkemizde Harbiye nazırları öteden beri savaş yönetimini ve komutayı da ellerinde bulundurmaktan zevk alırlardı. O nedenle ülkemizde bağımsız genelkurmay başkanlığı yoktur.
“Doğrudan doğruya Harbiye nazırının istekleri doğrultusunda hareket eden bir genelkurmay başkanı vardı. Doğal olarak Harbiye Nezareti’ne, Harbiye nazırına bağlı bir genelkurmay başkanının sorumluluğu da harbiye nazırı olan kişiye karşıdır. Bazen bu iki makam bir kişide birleşmiştir, Enver Paşa’da olduğu gibi… Ancak ilke olarak harbiye işleri ile genelkurmayı birleştirmek asla doğru değildir. Batı ülkelerinde ve her yerde genelkurmay başkanlığı bağımsız bırakılmıştır.”
Karanlık ve puslu günlerin ardından barış ışıklarının yurdu aydınlatmaya başlamasıyla Mustafa Kemal ordu konusundaki görüşlerini halkla da paylaştı:
“Ordumuz babalarına ve soyuna layık evlatlardan oluştuğunu göstermiştir. Bundan sonra ordumuzu daha mükemmel hale getireceğiz. Bu da doğal olarak ordunun refahını ve mutluluğunu sağlamakla olacaktır. Subaylarımızı hayat kaygısı içinde bırakmak asla doğru olmaz. Hayat dediğimde muharebe meydanlarında bırakacağımız yaşamı kastetmiyorum. Bizim subaylarımız onu övünerek orada bırakmaya hazırdırlar. Hayat derken amacım kendilerinin, gerek ailelerinin geçim derdinden uzak olmalarını sağlayacak esastırki bu refahtır ve bu verilmelidir.
“Ama ne olursa olsun, hizmet edenler ulustan büyük ödüller bekliyorsa doğru bir tavır takınmış olmazlar. Ulustan çok şey istememeliyiz. Hizmet edenler namus görevlerini yapmış olmanın ötesinde bir şey yapmamışlardır.”
İzmir’de harp oyunlarını izledikten sonra görüşlerini açıkladı:
“Türk ordusunun bir parçası eşdeğerini kesinlikle yener. İki katını durdurur ve kıpırdayamaz hale getirir. Şimdilik bundan fazlasını istemiyorum. Çünkü fazla sını ulusumuzun yaradılıştan sahip olduğu cengaverlik zaten sağlamaktadır. Ancak, bu değeri ne yapıp yapıp korumamız gerekir. Bunu tüm arkadaşlarımdan özellikle istiyorum.
“Bu değer saklı kaldıkça örgütümüzü, talim ve terbiyemizi, yönetim ve güdümümüzü bu hedef ve amaç yönünde yürüttükçe Türkiye her türlü saldırıdan uzak kalacaktır, bundan kimsenin kuşkusu olamaz.
“Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir. Biri ulusun kararı, öbürü de en acılı ve zor koşullarda dünyanın övgüsünü haklı olarak kazanan ordumuzun kahramanlığıdır. Bu iki şeye güvenir. Arkadaşlar komutanızdaki ordular, kahramanlığına gerçekten güvenilir ordulardır. Bu ordular tarihte benzeri görülmemiş kahramanlıklar, özveriler göstermiştir. Şanlı zaferler kazanmışlardır. Ulusun ve ülkenin minnet ve şükranlarını hak etmişlerdir. Türkiye en zayıf olduğu sanılan bir zamanda en güçlü olduğunu kanıtlamıştır. Bu ordusu sayesinde olmuştur. Ordumuz vatan için zafer kazanmıştır. Bu olay Türkiye’nin olağanüstü canlılığına, kutsal kararlılığına ve ölümsüz varlığına en açık seçik bir kanıttır. Düşmanın vatan içlerine girmiş olması ona lehte birçok etmenler sağlar. Tüm bunları hiç dikkate almadan düşmanı vatan içinde yenmek, yok etmek başlı başına bir varlık, büyük bir güç demektir. Vatan içinde yenilmenin sonucu son derece tehlikeli hatta öldürücüdür. Bu gerçeği doğrulayan, yakın ve uzak, tarihi örnekler çoktur.”
Mustafa Kemal ordu, din ve siyaset ilişkisini TBMM’de tartıştı:
“Ülkenin genel yaşamında ordunun siyasetten soyutlanması cumhuriyetin her zaman göz önünde tuttuğu bir temel ilkedir. Şimdiye kadar izlenen bu yolda cumhuriyet orduları vatanın güvenilir ve güçlü bekçileri olarak saygın ve kuvvetli kalmışlardır. Bunun gibi inançlısı olmakla doyumluluk ve mutluluk duyduğumuz İslam dinini de yüzyıllardan beri alışılageldiği yönde bir siyasi araç olmaktan kurtarmak ve yüceltmek gerektiği gerçeğini gözlemliyoruz. Kutsal olan inançların ve vicdanın, karışık ve kirli her türlü hırsların ve çıkarların sahnelendiği siyasetten ve siyasetin tüm organlarından bir an önce ve kesinlikle temizlenmesi ulusun bu dünyada ve öbür dünyadaki mutluluğun gereği olan bir zorunluluktur. İslam dininin ufku ancak böyle genişler.”
Konya Orduevi’nde duygulu anlar yaşayan Mustafa Kemal, “Tüm tarih bize gösteriyor ki uluslar yüce hedeflerine ulaşmak istediklerinde bu coşkularının karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu geneli içinde büyük bir istisna bizim tarihimizde Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki Türk ulusu ne zaman yükselmek için bir adım atmak istemişse önünde hep önder olarak, yüksek ulusal ülküyü gerçekleştirecek hareketlerin kılavuzu olarak kendi kahraman çocuklarından oluşan ordusunu görmüştür.
“Bu nedenle Türk ulusu elinde kılıç, tehlikelere yürümeye hazır kahraman çocuklarına derin bir güven beslemiştir. Bu güveni hep besleyecektir. Bundan sonra da Türk ulusunun kutsal ülküsünün gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. Tüm Türk ulusu başarıya ulaştığı her yaşamsal şeyin kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusuna komuta eden öz evlatlarından oluşma subaylar topluluğunu, yüksek komuta heyetini görmektedir. Ulus ve kahraman evlatlarından oluşan ordu öylesine birbirleriyle birleşmiştir ki dünyada ve tarihte bunun örnekleri azdır. Bu ulusal gerçekle her zaman övünebiliriz. Ordudan söz ederken bu ulusun gerçek sahibi olan Türk ulusunun aydın evlatlarından söz ediyorum. Bu evlatlarımız arasında yarının kahramanlarını yetiştiren eğitmenlerim de vardır.
“Gerektiğinde hemen giysilerini değiştirerek gereken yerde başını veren ve ordu ile birlikte yürüyen öğretmen arkadaşlarımız da vardır. Ben büyük ordumuzun subaylarından ve onlarla birlikte Türk’ün aydın evlatlarından söz ettiğimde onlarla birlikte olan, fikriyle, vicdanıyla ve bilim anlayışıyla ulusal kahramanlığa katılmaya hazır Türk gençliğinden söz etmiş oluyorum.
“Bu geceki görünüm bana bu yüksek gençliği simgelediği için ne kadar mutlu olduğumu anlarsınız. Yüreğimde oluşan mutluluğu ve düşüncelerimi bakışlarım size iletecektir. Sözlerime son verirken şunu açıkça söylemek isterim: Türk ulusu ordusunu çok sever, onu kendi ülküsünün bekçisi sayar.”
1937’de son kez katıldığı TBMM’nin açılış konuşmasında da Türk ordusu konusundaki görüşünü “Ordumuz Türk birliğinin, Türk gücünün ve yeteneğinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için harcadığımız sistemli çabaların yenilmez güvencesidir” sözleriyle özetleyen Mustafa Kemal, hasta yatağından kalkamadığı için gidemediği Cumhuriyet’in 15’inci yıldönümü nedeniyle Ankara Hipodromu’nda yapılan törendeki konuşmasını, Başbakan Celal Bayar okumuştu:
“Zaferleri ve geçmişi insanlık tarihiyle başlayan her zaman zaferle birlikte uygarlık nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
“Ülkesini en bunalımlı ve zor anlarda zulümden, felaket ve beladan, düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsa cumhuriyetin bugünkü ilerleme döneminde de askerlik tekniğinin tüm çağdaş silah ve araçlarıyla donanmış olduğu halde görevini aynı bağlılıkla yapacağına hiç kuşkum yoktur.
“Türk vatanının ve Türklüğün şan ve onurunu içte ve dışta her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan görevini yerine getirmeye her an hazır olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanı ve güveni vardır.”
Onun bu konuşmasından üç gün sonra, TBMM’nin yeni çalışma dönemi başlıyordu. Meclisin yeni çalışma döneminin açılışı nedeniyle Atatürk’ün konuşmasını da yine Başbakan Celal Bayar okumuştu.
Yaşama gözlerini kapadığı 10 Kasım 1938 tarihinden tam dokuz gün önce Atatürk, Türk ordusunu şu son sözleriyle tanımlıyordu:
“Yenilmez ordumuz, vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp, en geniş ve gerçek anlamıyla bir barış etkeni ve bir eğitim, öğretim ocağıdır da…”
Kaynak: Yaşar Öztürk, Bütün Dünya Dergisi, Aralık 2005
Yorumlar
Yorum yap