115) YAYLA KÜLTÜRÜMÜZ

Yayin Tarihi 6 Şubat, 2008 
Kategori TÜRK DÜNYASI

YAYLA KÜLTÜRÜMÜZ

Yayla, Orta Anadolu dağlıklarının düzü demektir. Bu yayla üstünden image0011.gifbütün tarih geldi, geçti; destanlar suyunu içti, masallar koynunda büyüdü.

Tarih bu yayla üstünde, bir fırtına gibi görünür. Tarihten bu yayla üstünde, dinmez bir uğultu, bir de  Türk göğsü kaldı.

Anadolu’da boş yayla, kuru yayla; geniş havalı, tükenmez güneşli yayla, dayanıklı sağ ve sağlam yetiştirir. Buğdayı dayanıklı, sağlam ve serttir. İnsanı da öyledir; yayla karakter yetiştirir.

Yayla adamı, toprağı gibi dışından sönük; içinden uyanık, içinden derin, içinden duyumludur. Yaylanın suyu kazılarak çıkar. Yayla insanını da kazmak gerekir. İnsan kendisinin derinliklerindedir. Yayla insanı, ruhunun diplerine kadar karıştırılmadıkça coşmaz. Yayla nasıl sessiz görünürse, insanı da durgun, vurdumduymaz görünür. Yayla havası gibi, yayla adamının, toplaya toplaya, biriktire biriktire, sindire sindire aldığı bir hız vardır ki, yayla fırtınası gibi birden boşanır; taş uçurur, çatı koparır, baca yıkar, kök söker.

Yayla buğdayı, olmayacakmış gibi ağır ağır yetişir, çünkü içinden özlenir. Adamı da öyledir: Kuru, kısa görünür. Onda da kuvvet sinire, enerji ruha gider. Yayla adamı tutuğunu bırakmaz, tuttuğu yerden koparılmaz. Şüphesiz siz de gördünüz, Ankara’da bir arşın boyunda ağacın kökü, derinler de ve uzaklardadır. Bir çekişte sökülecek sanılır, kökü ayıklanmakla bitmez.

Kıyılarda koparılmasına başlanan Anadolu ağacının kökleri sökülemez. Anadolu tersine bir ağaç gibi, yeşil yaprakları ve yemişleri kıyılarda, kütüğünün kökleri yaylanın bağrındadır. Yayla kütük ve köktür.

Yaylanın sesi kuru, gözü boş, fakat içi yanık, türküsü yaşlıdır. Yayla için için ağlar, bütün suları için için aktığı gibi…

Yayla, bir büyük ruhun, kendini saklayan bir ruhun, kendini uzakta tutan bir ruhun boz maskesidir. Yaylanın içine…yıllar yılı boş, duru ve durgun bakan gözleri inandırarak, kuru kuru duran dudakları kımıldatarak girilir.

Yayla da bütün kıyılarımız, bucaklarımız gibi, Anadolu’nun yalnız vurur silahı gibi değil, duyar yüreği, özler gözü, ister gönlüdür. Geç duyar, geç ister, geç söyler. Fakat onun içine varabilen, bir büyük davanın sinirine, gönlüne, gözüne ve yüreğine kavuşmuş demektir.

Adamı da toprağı gibi, uzun uzun bakıldıktan, açıldıktan, sürüldükten sonra yeşerir.

Yayla yavaş değil, sabırlıdır. Ağır değil, temkinlidir. Çıplak değil kapalıdır.

Yayla Türk’ün beşiği idi. Son sınırı da olmuştur. Yayla biraz Türk’ün kendisidir.

Falih Rıfkı ATAY

Göçebelik; “yaşamak için gerekli kaynakları elde etmek için; avcılık, toplayıcılık  ve çobanlığa dayanan; mevsimlere göre sürekli yer değiştiren, toprağa yerleşmemiş toplumların hayat tarzıdır” şeklinde tariflenir. Göçer hayvancılığın önemli bir tipi de yaylacılıktır.

Sosyolog Ziya Gökalp Türk Medeniyeti Tarihi isimli eserinde; Her Türk aşiretinin bir ırmağı olduğu gibi bir de dağı vardı. Irmak kenarı onun kışlağı ise, dağ da yaylağı idi. Konar göçerler bazen her sene dört mevsimi dört ayrı mevkide geçirirlerdi. O zaman (İslamiyet’ten  evvel)  yaz,  ilkbahar manasına idi. Bizim yaz dediğimiz mevsime onlar yay derlerdi. Binaenaleyh dört mevsime mahsus iskân yerlerinin adları şöyle idi;

Yazlak : İlkbahardaki iskan yeri
Yaylak : Yazın barınılan yer
Güzlek : Güze mahsus iskan yeri
Kışlak:  Kışın barınılan yer

Bazı aşiretler senede iki defa mevki değiştirirlerdi: “Yaylak ve Kışlak’tı” der.

Ülkemizde tarıma dayalı ekonominin doğal sonucu yaygın yerleşme biçimi kır yerleşmeleridir. Kır yerleşmelerinden çoğunlukla köy ve henüz köy niteliğine ulaşmamış köy altı ya da köye bağlı olarak nitelendirilen yerleşme şekilleri  anlaşılmaktadır.  Bu  grup içinde sürekli-geçici, ufak-büyük, toplu-dağınık olmak üzere çeşitli iskan şekilleri bulunur. Bu tiplerin en önemlisi; kom, mezra,oba, çiftlik, ağıl, divan, dam, bağ evi yayla, yaylak, kışla, kışlak vb. adlarla bilinen köy altı yerleşmeleridir. Bu yerleşme şekillerini; doğal yapı, iklim, bitki örtüsü gibi coğrafi faktörlerin yanı sıra tarihi, sosyal ve ekonomik faktörler belirlemektedir.

Fiziki coğrafya terimi olarak yayla;  akarsularla derin şekilde yarılmış, parçalanmış fakat üzerindeki düzlüklerin belirgin olarak bulunduğu yeryüzü biçimi olan plato karşılığı  olarak  kullanılır. Yerleşme coğrafyası olarak yayla ise; genelde kışın boş kalan, yazın en sıcak devresinde geçici bir süre için ziraatın  yanısıra hayvancılık yapan insan gruplarının her bakımdan daha iyi şartlarda çıkıp, kaldığı; süt, yağ-peynir gibi ürünler üretip onları sıcaktan koruduğu yüksek serin yer; yazlık (dağ) mer’a anlamına gelir. Yüksek yerlerdeki otlak alanlar için kullanılan yayla terimi, günümüzde yaylak ve yazlak için de kullanılır.

Kısa Tarihçe

A- Yurdumuz

Türk boyları gelmeden önce Anadolu’da göçebelik bulunmuyordu.  Hayvancılık yerleşik hayatla beraber  yapılıyordu. Türk boylarının, Orta Asya steplerine uyumunun gereği olan hayat tarzını  (göçebelik)  Anadolu’da  da devam ettirmeleri, Anadolu tarihinin sosyo-ekonomik bakımından bir çöküş  safhasında  olmasına bağlı bir durum olarak bilinmektedir. Zaman içinde bu göçebe Türk boyları daima yerleşik hayatı tercih etmişlerdir. 13.yüzyılda, Anadolu Türk köylüsünün hayat tarzını;  kent  yaşamı  yanında,  Batı Anadolu-Güney-Güneydoğu Anadolu  bölgelerindeki  göçebelikle, Orta Anadolu-Sivas ve Amasya çevresindeki yerleşiklik ekseriyetli yaşam olarak iki bölüme ayırmak  yerinde  olur.  Anadolu’da yayla hayvancılığı tarımsal işletmeciliğinin,  Türklere  özgü  bir ekonomik  işletme usulü olması yanında Anadolu’nun coğrafya özelliklerinin de bu tür işletme sistemine uygun ortam hazırlaması nedeniyle  bu  dönemde  yayla alanlarının Türkmenlerle dolu olduğu anlaşılıyor.

Kent ve köy hayatının gelişme gösterdiği Selçuklular döneminde yeniden tarım ve ticaretin canlandığı,  köy  hayatı  yaşayan grupların tarım  ve  hayvancılık yaptığı, kentlerde ise ticaret hayatının gelişme gösterdiği anlaşılıyor. Genellikle temeli hayvancılığa dayanan, bu ekonomik hayata uygun bir toplumsal örgütlenme gösteren  göçebe  Türk  boyları hayvancılık ekonomisi  ile uzun süre, köylerin ve bunlara yakın kasaba ve kentlerin ekonomilerini etkilemişlerdir.

16. ve  17. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik yönden geliştiği ve asayişin düzgün olduğu dönemlerde köy ve kent hayatının ilerleme kaydettiği, buna bağlı olarak yerleşik hayatın daha fazlalaşarak köy sayısının arttığı anlaşılmaktadır. 18. ve l9.yüzyıllarda askeri başarısızlıkların bir birini izlemesi yüzünden elden çıkan Balkan topraklarında,  Kafkasya’dan gelen göçmen gruplar ve göçebelerin yerleşik hayata geçmelerinin hızlanması, köy sayısını arttırmış, buna bağlı olarak Marmara, Ege, Akdeniz ve Kuzey Batı Anadolu’da nüfus olağanüstü artmıştır. Bu göçmenler hayvancılıktan ziyade tarım  ekonomisine  yönelik  olduğundan, göçmenlerin bulunduğu köylerde, hayvancılık ekonomisine bağlı yaylacılığında pek yeri yoktur.

Osmanlılar döneminde devlet, göçebeleri yerleştirme politikaları gütmüştür. Nüfusun artması, yerleşik tarım hayatının gelişmesi, Cumhuriyetle çizilen hudutlarla bu hareketlerin kısıtlanması, göç yollarının tıkanması, göçebelerin  yerleşik  hayata  geçmesini çabuklaştırmıştır. Başlangıçta yarı göçebe hayat geçiren göçebelerin, sonunda yaylacılıkla iktifa ettikleri görülmektedir. Günümüzde göçebeler Güneydoğu Anadolu ve Toros’lara çekilmişlerdir ve sayıları da gittikçe azalmaktadır. Hayvancılığa dayalı göçebeliği yukarıda  tarif  ettiğimiz  yaylacılıktan kesinlikle  ayırmak  gerektiğini. Göçebelikte çok geniş  alanlarda, uzun mesafeler kat edilerek sürdürülen yaylacılık faaliyetlerinin, yarı göçebelik ve yaylacılıkta daha dar alanlarda daha kısa mesafelerde gerçekleştirildiğini; göçer ve yarı göçerlerde çoğunlukla küçükbaş, yaylacılıkta ise büyükbaş hayvancılık da yapıldığını; göçe- belerin sık değişen ve belirli olmayan yaylalarına karşılık, yarı göçebelerin bazen belirli, bazen belirsiz yaylaları ve olmayan hayvan barınakları, yaylacı köylülerin çoğunlukla köy yakınlarında belirli yaylaları ve sabit hayvan barınakları olduğunu burada belirtelim.

B.Batı  l7.yy.  sonları  ve. l8.yy. başlarında batıda bazı bilginler yaylacılığın kendi memleketleri için ekonomik önemi üzerinde durmuşlardır. Bunu takip eden 19. yüzyılda  Avusturya, Bavyera, Fransa ve İtalya gibi ülkeler, yaylacılığın gelişmesi üzerinde bilimsel olarak durma gereği duymuşlardır. Bu gelişmeler sonucu l9.yy. sonu ve 20. yy. başlarında yaylacılık konusunda özel dergiler ve kitaplar çıkmaya başlamıştır. Yayla amenajmanı ile ilgilenen ilk araştırmacılar; flora tanımı ile uğraşan botanikçiler ve mer’a ot veriminin artırılması ile uğraşan  uzmanlar  olmuşlardır. Daha  sonra  doğal  ve  kimyevi  gübrenin ot gelişmesi üzerindeki etkinlikleri araştıranlar, kırsal kalkınma ile ilgili olarak arazi ve yerleşme şartlarının ıslahı ile ilgilenen teknisyenler; ormanın doğadaki yayılış sahasını tespit etmeye çalışan ormancılar; ormanda hayvan otlatmasının düzenlenmesi ve yasaklanması,  ormanda  hayvan otlatmanın araştırılması,  değişik hayvan türlerinin dağda dağılımı ve bunların en iyi bakım şekillerini araştıran zooteknisyenler; dağlık bölgelerdeki peynirhanelerin geliştirilmesine çalışan uzmanlar; mer’aların kullanımı ile ilgili yasa hükümlerinin  kırsal  kuruluşlara uygulanması için çalışan hukuk uzmanları ve bütün bu faaliyetlerin rantabilitesi üzerinde çalışan ekonomi uzmanları; yaylak amenajmanı ile ilgilenmişlerdir.

Yaylacılık; tamamen yerleşik insan  gruplarının  (dağ,  orman, ova  köylüleri)  1.5-2  ay süren mevsimlik ve tümüyle ekonomik faaliyetlerini  kapsar.  Temelinde insanların ve hayvanların iklime bağlı olarak ovaya inmesi ve dağa çıkması içgüdüsüne uyması, daha doğrusu hayvanın doğal yaşantısına uyması vardır. Vadilerde yaşam koşullarının düzelmesi ve tarımın gelişmesi ile insanlar aşağı kısımlara inerken dağlık yörelerdeki, yahut müşterek mülkiyet halindeki yaylaklarını terk etmemiş ve bu günkü yaylacılığın ve dağ ekonomisinin temelini atmışlardır. Yaylacılıkta hayvanların bakımı, yazın otlaklarda otlatma, kışın ahırlarda barındırma biçiminde yapılır. Yaylacıların köylerdeki evlerine karşılık, yaylalarda da evleri olabilmektedir. Yaylacılıkta yerleşik hayat tarzı yani bir ev, ziraatın yanısıra yaylada hayvancılık, ekip-biçme, bitki ve ağaç yetiştirme, elsanatları v.s. yapılabilmektedir. Bundan dolayı yaylalar ek gelir temin eden bir arazi olarak kabul edilir.

Çıkılan yaylalar; coğrafi açıdan geniş ot ve çayır alanlarıyla kaplı, su kaynakları bol, çoğunlukla  yüksekliği  2000-3000  m arasında değişen düzlükleri kapsar. Ülkemizin çeşitli yörelerinde yaylacılık faaliyetlerinin sürdürüldüğü alanlarda aynı amaçla kullanılan  geçici yerleşmelere güzle (güzle yaylağı) denilmektedir. Bu tür yerleşmeler; sonbaharda daha uzun  süreli  yararlanılmasından dolayı bu adla adlandırılır. Bargâhlar ise, yaylaya çıkışta baharda (erken-geç)  kısa  süreli otlatma yapılan yerlerdir. Bunlar esas yaylalardan daha alçakta ve göçerlerin yerleşik oldukları köye daha yakındır.

Birde  kışlaklar bulunmaktadır. Kışın soğuk günlerinde hayvanların korunması ve yayılıp otlamaları için kışlak denilen yerlere inilmesi gerekmektedir. Bunların karakteri; alçak ve mutedil yerlerde olmasıdır. Burada esas olan hayvanların korunmasıdır. İnsanların barınmaları şart değildir. Bu gibi yerlerde ağıl ve mandıra yapılabilir. Buralar az kar tutan, soğuğa maruz olmayan ve otu bol olan mahallerdir. Kışlaklar; baltalık ormanlarında, fundalıklarda, mer’a ormanlarında olduğu gibi koru ormanları içinde veya ahali tarafından korunmuş ormanlar civarındadır.

Türkiye’de Yayların Konumu ve Yaylacılık

image002.gifTürkiye’de yaylacılık amacıyla yaylara göçme hareketi genellikle dikey ritmik hareketler şeklinde olur. Göç, bölgeden bölgeye bazı değişiklikler gösterse de yılın nisan ve mayıs aylarında başlar ve 15-20 gün içinde tamamlanır. 3-4 ay yaylada kalınıp ekonomik faaliyetlerde bulunulduktan sonra, ağustos sonları veya eylül ayı içinde devamlı yerleşme bölgelerine yani alçak bölgelere dönülür.

Anadolu’nun, kıyılardan içerlere, batıdan doğuya doğru yükseklik artışının olması morfolojik, topoğrafik, doğal bitki örtüsü ve iklim şartlarında farklılık göstermesi yaylacılık hareketlerine elverişli bir ortam sunar. Türkiye’nin de üzerinde yer aldığı  orta enlem kuşakları üzerinde  yer alan alçak ve ovalık kesimler yaz mevsiminde aşırı sıcaklara sahne olurken,  1000-2000  metre yüksekte bulunan kesimler ise sahip oldukları zengin doğal çevre ve ılıman iklim koşulları ile daha rahat bir yaşama ve dinlenme ortamı sunarlar. Buralar son derece çekici bir çevre ve tatil yapma ortamı sunarken orman içi boşluk ve çayır alanlar ile daha çok orman üst sınırlarında yer alan ortak alanlar ise dinlenme ortamının yanı sıra hayvancılık faaliyetlerine elverişli alanları teşkil ederler.

Yaylalar,  Kuzey Anadolu’da Artvin’in  doğusunda  Bağımsız Devletler  Topluluğu  sınırından başlayarak, Çoruh vadisi ile Karadeniz arasında uzanan dağ sıraları üzerinde görülür. Bunların toplu ve sık bulundukları yerler Artvin’in kuzeyi ile Karadeniz kıyısında Fındıklı ilçesi güneyindeki dağlardır.  Görele  hizalarına  kadar yaylalar devamlı değil öbek öbek dağılmışlardır. Görele’den Amasya’ya kadar sayıları artan yaylalar, özellikle Ünye ve Ordu’nun güneyinde en  fazla  yoğunluğa ulaşmaktadır.  Gerze güneyinde, Boyabat ve Taşköprü kuzeyindeki dağlarda  yayladır.  Yayla kuşağı Kastamonu’ya kadar sahili takip ettikten sonra Ilgaz’la beraber içerilere girer. Karadeniz doğu kıyısı yayla kuşağı güneyinde ikinci bir kuşak daha uzanmaktadır: Ardahan, Şavşat yaylaları, Aşkale güneyindeki yaylalar,  daha batıda Koyulhisar, Suşehri güneyindeki yaylalar, Tokat’ın kuzey ve doğusundaki yaylalar, Gümüşhacıköy kuzeyindeki yaylalar, Ilgaz yaylaları, Ankara kuzeyindeki yaylalar, Çankırı’dan  Eskişehir  kuzeyine kadar uzanmaktadır. Gerede ve Bolu kuzeyinde bulunan bu yaylaların en yoğun sahası Kızılcahamam’ın yüksek arazisinin kuzey kısmıdır. Sündiken Dağları üzerinde de dikkate değer bir yoğunluk vardır.

Orta Anadolu’da en sık yayla alanları, Ankara güneyindeki Tuz Gölü’nün batısında ve güneyinde, Konya’nın  batısındaki  dağlarda bulunmaktadır.

Toros dağları bir yayla sahasıdır. Fakat bu bölgedeki yaylalarda en fazla yoğunluk Alanya ile Suğla Gölü arasındadır.

Tek yayla alanları arasında Erciyes, Sultan, Eğridir doğusu, Toroslarda Aladağ, Madran dağlarını sayabiliriz. Anadolu’nun dağlara yakın olan kuytu vadileri, deniz  kıyıları,  fazla  kar tutmayan ovaları kışlak sahasıdır. Artvin doğusunda Çoruh nehrinin kolu Merehevi vadisinin yukarı kısımları, Ağrı Dağı doğusunda Dil yöresi, Ağrı batısında Doğu Beyazıt, Diyadin çevresi, Oltu doğusunda ve kuzeyindeki vadiler, kızıl ve .yeşil ırmak deltaları Torosların güneyindeki Akdeniz kıyıları, Adana ve Amik ovaları Sivasın doğusu ve güneyi, Hekimhanın kuzey ve batısı, Konya ovasının kuzeyi, Trakya’da Ergene vadisi, Enez, Tekirdağ civarı kışlak olarak söylenebilir.

Kışla zamanla sürekli iskan yeri olmuştur. Bu yüzden mesela Konya’da kışla adını taşıyan köy adları “kışla ile bitmekte (Kızılca, Ağ, Kır, İn, Kuyu, Kaş, Bucak, Çay, Dere, Gökçe, Yeni, Kara, Aydın) bir kısmının önünde yine kışla bulunmaktadır (Kışlaköy, Kışla Kariyyesi). Kasaba ve şehirlerden adları kışla ile bitenleride vardır; Ulukışla, Şarkışla, Başkışla gibi.

Bu yüzyılın başlarında köylerin birer yazlığı olduğu gibi şehir ve kasabaların da bağları vardı. Mesela; Ankara’nın Keçiören, Dikmen, Seyran, Etlik, Konya’nın Meram, Kayseri’nin Gesi ve Erkilet, Sivas’ın Gürün, Elazığ’ın Buzluk, Müridi bağları, Şereflikoçhisar’ın Kozanlı yaylaları… gibi. Buralar şehirlerin çevresinde kışlık kavurma, sucuk, pastırmanın hazırlandığı, sebze ve meyvenin kurutulduğu, aynı  zamanda serin yaz günlerinin tadının çıkarıldığı yerlerdi. Fakat   zamanla şehirlerin genişlemesiyle bunlar şehirlerin mücavir  sınırları içinde kalmış ve meskûn  mahaller haline gelmiştir. Yaylaların ve bağların ildeki yüksek yerlerde olması da gerekmez. Buna bir istisna Muğla bağlarını  gösterebiliriz  burada yükselti kasabadan daha azdır.

Ülkemizde  dikey  (düşey) yaylacılık faaliyetleri  Karadeniz, Akdeniz, Ege ve Doğu Anadolu bölgelerinde yaygındır. Zaten gerçek yaylacılık faaliyetleri de bu bölgelerdedir. 

Karadeniz Bölgesi yaylaları, genellikle ormanın üst sınırı üstünde, daha çok alpin çayırlıkların yaygın olduğu 2000-2200 m ve daha yüksek platolarda yoğunlaşmıştır. Yazın çok nüfuslu bazı aileler hayvancılık faaliyeti için yaylalara çıkarlar.

Akdeniz  Bölgesi’nde ise durum farklıdır. Bir kısmı hem ekonomik, hem de rekreasyon (gezme-dinlenme)  amaçlı  (ki  günübirliklerde  bu  gruba  dahil), Çamlıyayla, Ulaş, Meşelik, Çamalan, Damlama, Gözne,  Belen,  Kuzucubelen, Fındıkpınarı, Aslanköy, bir kısmı da göçebe yörüklerin yaylacılık, diğer bir kısmı da göçebe yörüklerin yaylacılık faaliyetleri şeklinde olmaktadır. Buralarda meskenler; sabit  olmalarına rağmen büyük çoğunluk kıl çadırdır (rekreasyon amaçlı yaylalarda  meskenler genellikle çağdaştır).

Ege ve Doğu Anadolu bölgelerinde de dikey yaylacılık  hareketi  söz  konusudur. Ege’de  devamlı yayla konutları yoktur. Yaylacılık faaliyetleri göçebe yörükler tarafından sürdürülmektedir. Burada yazları  1800-1900 m yüksekliklere göçen yaylacılar  (Aydın,  Honaz,  Madran dağları) bu sürenin sonunda kışlaklara dönerler. Burada bir başka şekil olarak; göçebeler (ki yerel olarak kırlı yörükler denir) İçbatı Anadolu (hatta Konya) bölümünden kışı geçirmek üzere Ege ovaları ve kıyı boylarındaki kışlak bölgelerine göçerler. Yazları ise tekrar bu iç ve yüksek bölümlerdeki yaylacılık bölgelerine dönerler. Doğu Anadolu’da da yaylacılar 2000-2700 m  yükseltideki  platolara; (Tortum,  Narman,  Kars,  Güllü, Karasu, Allahuekber, Aras yaylaları) mayıs-haziran aylarında başlayan göç, 3-3.5 aylık süreden sonra tersine dikey bir dönüşle noktalanır. Ülkemizde bir de yatay doğrultuda gerçekleşen yaylacılık faaliyetleri de vardır. Bu gibi yaylacılık bölgeleri ile köy yerleşmeleri arasında, oransal  bir yükseklik farkı pek yoktur (Konya’daki Meram Bağları). İç Anadolu Bölgesi’nde, Yukarı Sakarya  Bölümü yaylaları (Sündiken ve Türkmen Dağları) ile Kayseri güneyindeki Erciyes Dağı yaylaları bir yana bırakılırsa, bölgede platolar arasında yayla diye köy yerleşmeleriyle aynı yükseklikte köylerden uzak, basit birer çoban kulübesi ve çevresindeki otlak alanları akla gelir.

Yaylada bulunan meskenler; yerleşik ve göçebe evler şeklindedir.  Genellikle yerleşik evler durumundaki evler bölgeden bölgeye ve sahibinin kültür, zenginlik durumuna göre değişmekle birlikte, plan bakımından genellikle hayvancılık ekonomisinin gereklerine uydurulan yapılardır. Ailenin barınmasına  yönelik bölüm  yatak sekisi, ocaklık ve dar avludan oluşurken, ek yapı olarak ahır, ağıl ve sütlük gibi bölümler evi tamamlar. Bu yapılarda kullanılan malzemeler ise Akdeniz Bölgesi’nde taş, İç Anadolu’da kerpiç ve ahşap-taş karışımı,  Karadeniz  de  ahşap (dam; ahşap, saç, kiremit), Doğu Anadolu’da ise taş (dam; çamur harcı) ile yapılmaktadır.

Bazı yerlerde yapılar sağlık açısından bir  tehdit unsuru   olurken, (Doğu  Anadolu) genellikle sayfiye yeri olarak kullanılan yerlerde modern binalar yapılmaktadır  (Soğukoluk, Belen,  Zigana, Hamsi köy). Buradaki 2-3 katlı binalarda; mutfak, banyo yanında her türlü donatım eşyası da bulunmakta. Fakat her halikârda bu evler geçici barınma yeri  olduğundan sabit  olanlara göre daha bir özensizdir.

Ülkemizde toplam 26000 adet yayla yerleşimi bulunmaktadır (tahmini). Bu veri; her iki adet köye birden fazla yayla yerleşimi  düştüğünü göstermektedir. 36000’i aşan köylerimizin çok büyük kısmında yaylacılık faaliyetine katılınmamaktadır. Fakat Erzurum- Kars ve Bolu yörelerinde her iki-üç köyden birinin yaylacıköy olduğu dikkate alınırsa; Türkiye’de yayla-köy ilişkisinin ne kadar yaygın olduğu, açıkça ortaya çıkar. Bu da  kuşkusuz yaylacılığın ekonomik fonksiyonunun öneminden kaynaklanır. Gerçi ülkemizde yaylacılık faaliyeti, bazı yerlerde   yaylalarda  rekreasyon amaçlı faaliyetler ile ekonomik faaliyetlerden ekip biçme gibi bir üretime yöneliktir. Ne var ki bu faaliyetler, yayla sayısının fazlalığı yanında bir anlam taşımaz. Kısaca Türkiye’de yaylacılık, hayvancılık  ekonomisine  dayalıdır  ve köylümüze bu yönden büyük gelir getirir (Bilhassa Doğu Anadolu ve Karadeniz) ve onların geçim ekonomilerini dengeler (canlı hayvan, yapağı, kuruot dahil).

Yayla Hukuku

image003.gifYaylaklar ve kışlaklar hukuki bakımdan aynı özellikte ve metrûk topraklardandır. Bunların ayırımı doğal yöndendir. Usûl yönünden bir yerin yaylak ve kışlak olarak tahsis edilmesi için defterhane de yazılı olması gerekir (Arazi Kanunu 101. madde). Yaylak ve kışlakların kiralanması; ot ve su durumu, yaylaların genişliği gibi kriterlerle; muhtar, ihtiyar heyeti veya şehirde oturan ağa tarafından yapılır.

Arazi Kanunun 10. maddesi: Bilcümle  ahalinin  rızası halinde yaylak ve kışlaklarda ziraat ve hiraset  (bekçilik)  yapılabileceğini kabul etmektedir.

Bu arada 28 Şubat 1998 tarih ve 23272 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Mer’a Kanununu da belirtelim (yerin darlığı ve geçen sayılarımızda bu konudan bahsedildiğinden buraya tekrar almıyorum).

Yaylacılığın canlılar (insan, hayvan) yönünden önemi:

Yayla sözcüğü, yaz aylarında hava değişimi ve dinlenme amacıyla yararlanılan yüksekteki yazlık yerler için de kullanılmaktadır. Günümüzde bazı yaylaların turizm amaçlı tatil köyü niteliğini aldığı görülmektedir. Bu yaylacılığın değişen ve gelişen boyutudur.

Dağ ikliminde hava daha saf, kuru, hafif, hemen hemen tamamen mikropsuz ve oksijence fakirdir. Bu da orada yaşayan canlıların devamlı, muntazam derin teneffüs etmesini sağlar, bu da akciğer ve kalbi idman yaptırır. Oksijence fakir hava aynı zamanda iliğin daha fazla miktarda kırmızı kan meydana getirmesine (yayla periyodunda alyuvarlar %20 oranında artar) sebep olur.

Güneş ışınlarının tesiri deniz seviyesinden yükseldikçe artar. Güneşli günlerin sayısı da yükseklerde vadiye nazaran bilhassa yaz mevsiminde daha fazladır. Isı ve hava değişikliği sıhhi yönden dayanıklığı artırır ve sinir sistemini dinlendirir.

Yayla, hayvan yetiştiricisinin seleksiyon çalışmasına yardımcı olur. Yayla sahasında yem arama esnasında devamlı hareket; bütün vücudun ve organların iyi şekilde teşekkülünü sağlar ve hayvan yetiştiricisinin şekil bakımından taleplerini yerine getirir. Muntazam vücut şekli, kalın kuvvetli  kemikler, adaleli yapı, muntazam bacak vaziyeti, geniş göğüs,  kapalı omuz, düz gergin sırt, geniş kalça, sıkı, sağlam ayak ve tırnakların yanında  sıhhat,  yeme  kanaat- kârlık, sarp arazide dolaşma, koşum hayvanlarının güç ve dayanıklılığı, damızlık ve süt hayvanların verim kabiliyeti, daha uzun hayat ve verimliliği de sağlar yayla. Yaylaya çıkan hayvanların yemi iyi değerlendirmesi sebebiyle, vadi işletmelerine intikal ettiklerinde de aynı özelliklerini,  dolayısıyla yüksek verimlerini (et, süt vs.) korurlar. Ayrıca ahır hayvanları yaylada olduğu zaman, çiftçi ahır ve gübreleme işinden kurtulmuş olur.

Dağ İklimi; yayla yemine tesir ederek hayvan sütünün vitamin, minarel ve proteince zenginleşmesini, böylece genç hayvanların daha gürbüz gelişmesini sağlar. Ayrıca günümüzde birçok yayla bitkisinin şifalı bitkiler kapsamında kullanıldığını da burada belirtelim.

Yaylada Doğum ve Doğumla İlgili İnançlar

Önceleri yaylada doğum, çadırlarda birkaç bilen kadının yardımı ile gerçekleşirdi. Günümüzde artık yaylada doğum olayı görülmemektedir. Doğum yaklaşınca ilçeye gidilmektedir.

Doğum zamanı gelen kadın, sancısı başlayınca hemen komşularına haber salmazdı. Kötelek sancısı yani arka arkaya gelen sancının gelmesini bekler, sancı sıkıştırıncaya kadar kimseye haber vermezdi. Bu arada çadırın içinde gezinir, kalkıp oturamayınca bir çocuk ile haber salınıp komşulardan yardım istenirdi.

Çadırın içinde ateş yakılır, ateşe ibrikle doğumdan hemen sonra kadın yıkansın diye su konur, kadın ateşin başına oturtulurdu. Sancılanan kadın çadır içinde gezdirilir, sancısı hafifleyince ocağın başına oturtulurdu. Çadırın orta direklerine ip gerilir, kadın o ipe asılır, sancısı sıklaşıp, çocuk doğuracağı zaman yere çömelir, arkasına geçen kadının beline dayanıp yardımcı olması ile doğumu gerçekleştirirdi.

Kadınların kolay doğum yapmalarını sağlamak amacıyla, bir takım pratiklere baş vurulmaktaydı:

Çocuk dünyaya gelince bazı kadınlar halsizleşir, baygınlık geçirir ki buna kellendi denir. Bu durumda  kadının  burnuna  soğan koklatılıp ayağının altına ısıtılmış toprak konur.

Doğumdan  sonra  çocuktan ses gelmezse çocuğun göbeği anneden bebeğe doğru sağılırdı. Daha sonra göbek kesilir, kesilen yere zeytin yağı sürülürdü. Kadınların bir kısmı çocukla ilgilenirken, bir kısmı da kadınla ilgilenir, önce kadın karnının iki tarafına bastırarak eşini düşürürler. Eş düşürülmezse kadın saman buğuna oturtulurdu. Çocuk yıkanıp bereni çiğsi çiğsi  kokmasın diye tuzlanır. Ağzına da şekerle tuz karıştırılıp sürülür. Çocuk doğduktan sonra ağzına memeden önce şekerli su verilir.

Doğumun  hemen  ardından kadın da banyo yaptırılıp, ısıtılmış toprağa yatırılır. Kadının içini ısıtması için eritilmiş yağın içerisine bal veya pekmez konularak yapılan yağlı ballı veya paluze aç karnına iki üç kaşık yedirilir. Kadının ilk doğumu ise son sancısı olmasın diye gök boncuk yutturulur.

Yeni  doğum  yapan kadına kırklı denir. Ertesi gün  bütün komşular paluze yapıp üstüne karanfil veya karabiber koyarak çocuğu yoklamaya gelirler.

Çocuğa al basmasından korumak için üstüne kırmızı yağlık örtülür. Şeytan değip hasta etmesin diye başının üst tarafına ekmek ufağı, bıçak, ayna konur.

Çocuğun ismi kulağına Kur’an okumayı bilen birisi tarafından ezan okunarak verilir. Çocuğa isim olarak kabiledeki büyüklerin adı konur.

Kırklı çocuğa et, ölü, unun basıp  hasta  edeceğine inanılır. Komşulardan birisi et kestiyse et parçası getirip çocuğun üstünde yıkanması gerekir veya çocuğun et üzerine bastırılması gerektiğine inanılır. Bunlar yapılmaz ise etin çocuktan ağır gelip çocuğun ayağının yere basmayacağına inanılır. Ölünün çocuğu basmasını engellemek için ölü mezara gittikten sonra çadırın içindeki bütün eşyalar çırpılıp yeniden  yerleştirilir. Değirmenden  getirilen  unun  da çocuğu  basıp hasta  edeceğine inanılır, bu durumda getirilen una çocuk bastırılır, yüzüne un sürülür.

Kırk basan çocuk hastalanıp ölür. Çocuğu kırk basmasını engellemek için de kırklama yapılır. Kırk tane taş bir çapuda çıkılanır. Çocuk hergün yıkanır. Yıkandıkça taşın birisi atılır. Kırkıncı taş ta atılınca meydana bir kazan kurulur, içine de kırk tane taş konur. Çocuk annesi, evdeki herkes bu su ile  yıkanır. Çamaşırlar,  çadırın içindeki çul, keçe ne varsa hepsi yıkanır.

Çocuk dünyaya geldiği zaman mal ölürse aydaş olur. Bu durumda çocuk yol ayırdına götürülüp, et üstünde yıkanırsa iyileşecektir. Bir başka yöntem de çocuğun tuz ile tartılmasıdır. Terazinin bir kefesine tuz, diğerine çocuk konulup tartılır. Bir hafta sonra çocuk yine aynı şekilde tartılırsa çocuğun iyileşeceğine inanılır.

Çocuğun tırnakları hırsız olmasın diye yaşına gelmeden kesilmez. Çocuğun ilk saçına ana tüyü adı verilmektedir. Anasının tüyünü kim keserse çocuğa bir hediye  verir. Önceleri kızıl kap alınıp verilirdi. Yürürken sık sık düşen çocuğa köstekli denir. Bu durumdaki çocuğun ayağına  ip bağlanır. Bıçakla o ip kesilirse çocuğun  düşmeden  yürüyeceğine inanılır.

Yaylacılık  Ve  Çobanlıkla İlgili Atasözleri, Batıl İnançlar

Günümüzde bir çok ülke; il, ilçe ve köy idarelerine sağladığı sübvansiyonlarla yaylakların ıslahını teşvik ederek, buralarda gerekli tesisleri  kurarak  rasyonel kullanılmasını teşvik etmektedir. Yurdumuzda  başlangıçtan  beri yalnız ırk ıslahı yoluyla hayvancılığın geliştirileceği varsayımından hareket edilmiş, bu yolda büyük gayret ve paralar sarfedilmiş, fakat beklenen sonuç alınamamıştır. Halbuki bunlara harcanan gayretler yaylak ve mer’a ıslahı ile hayvanların beslenme ve barınma konularına sarfedilse idi, yerli ırklardan bugün bile daha iyi sonuçlar alınırdı.

İkinci bir husus ülkemizde bu konuda yapılan çalışmalar oldukça azdır. Bu konuda ilk makaleyi bile  1939 yılında, DTCF hocalarından Cemal Alagöz yazmıştır. Yine bu konuda da bir çok araştırmanın öncüsü yine yabancılar olmuştur. Daha ülkemizdeki yaylaların; ayrıntılı bir haritası,  bitki  örtüsü,  ekonomiye gerçek katkısı, toplam alanı, bölgelere göre net sayısı… v.s. bilinmemektedir. Genelde araştırmalar; halk kültürüyle ilgili yapılmıştır. Halbuki yaylacılık; ülkemizin coğrafi bölgeleri hatta illerine göre kendine has  kuralları,  coğrafik özellikleri, yayla adına bestelenmiş 50’ye yakın şarkı ve türküsü, terminolojisi, konutları, bitki örtüsü, yaban hayvanları, adetleri, yiyecekleri,  şenlikleri,  inanışları, hastalıkları,  kullanılan  aracı ve gereci olan ayrı bir dünya, bir kültürüdür.

Kullanma Şekline Göre Türkiye’deki Yaylalar:

A) Tatil ve Dinlenme Amacı ile Kullanılan Yayla Yerleri

1- Bursa  (Kadıyayla,  Sarıalan)
2- Bolu (Abant, Gölcük)
3- Balıkesir-Edremit (Kazdağı)
4- İzmir-Ödemiş  (Gölcük, Bozdağı)
5- Antalya  (Saklı,  Beycik, Turbelinaz)
6- Adana (Bürücek)
7- Hatay (Soğukoluk)
8- Artvin (Yusufeli)
9- Rize (Ayder)
10- Giresun (Kulakkaya, Boğaz obası)
11- Kütahya (Muratdağı)
12- Sivas (Sıcak Çermik)
13- Mersin (Abanoz, Gözne)

B) Hem Tatil, Hem Hayvancılık Amacıyla Kullanılanlar

1- Bilecik (Domaniç)
2- Bolu  (Aladağı,  Sarıalan, Karacasu)
3- Antalya (Yazır, Karçukuru)  
4- Ankara (Akyarma)
5- Mersin (Namrun)
6- Adana (Zorkun)
7- Tokat (Çamiçi)
8- İzmir (Kozak)
9- Ordu (Perşembe, Çambaşı)
10-Giresun (Gümbet, Bektaş)
1I- Rize (Kavron, Anzer)
12-Trabzon (Düzköy, Kadırga)
13-Artvin (Sahara)

C)  Hayvancılık  Amacı  İle Kullanılanlar

1- Bolu (Kandıra, Tenbel)
2- Kastamonu (Çaklı)
3- Afyon (Yağlıpınar)
4- Antalya (Yazır)
5- Niğde (Eznevit)
6- Kayseri (Tekir)
7- Kayseri (Tekir, Beyyurdu)
8- Aksaray (Hasandağı, Melendiz)
9- Tunceli (Mercan)
10- Bingöl (Şerafettin dağı)
11- Van (Tırışın)
12- Hakkari (Mergan, Gevarlık, Gelyano, Oramar, Baygölü)
13- Diyarbakır (Beritan)
14- Kars (Serdarbulak, Çilli, Bülbülan, Sarıçiçek)
15- Rize  (Elevit,  Samistal, Y.Kavrom,  Palakçur,  Ağveçor, Kaçkar)
16- Kars (Bülbülan)
17- Artvin (Sarıbulut)
18- Erzurum (Bardır) 

Güzel yaylam harab olmuş gurd olmuş
Beyrutlu’ynan Mecsitli’ye yurd olmuş
Amasya’da çalışan bir garip ölmüş
Dumanlı yayla, çimenli yayla, gırcıllı yayla
Kalmamış şerefin şanların yayla
Ormanlar yakışır derelerine
Boz dumanlar çökmüş tepelerine
İlaç bulunmaz mı yarelerine
Dumanlı yayla

Yayla niye senin karın kahmadı,
Lalerin sümbüllerin kohmadı,
Pınarından soğuk sular akmadı?
Dumanlı yayla

Hani goyunların hani yozların,
Hani gelinlerin hani gızların,
Hani aşıkların hani sazların?
Dumanlı yayla

(Sivas-Yıldızeli Türküsü)

KAVRAN’DA VARTİVOR

Kavran, halk diliyle (Kavron) Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Kaçkar Dağları’nın eteğinde şirin bir yaylamızdır. Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinden, Ayder yolu üzerinde araba ile ulaşım sağlanan Kavran, geçmişte sadece yaylayken günümüzde hem yayla, hem de tatil beldesi  görünümündedir.  Doğu Karadeniz insanı hem rutubetli sıcaktan korunmak, hem de hayvanlarını geniş  yayla mezralarında otlatmak için; ormanların seyrekleştiği 2000 m yükseklikteki dağlar arasındaki yaylalara çıkarlar. Yayla evleri genellikle yaşlı, tecrübeli, katık (yağ, peynir, minci vb.) yapmasını iyi bilen ebe ile hayvanlara çobanlık yapabilecek on-onbeş yaşlarında kız ya da erkek çocuktan oluşan iki kişilik evlerdir. Köylerdeki yerleşim dağınık olmasına karşın, yayla evleri birbirine çok yakındır.

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaz aylarına rastlayan çeşitli yayla şenlikleri geçmişten günümüze halen sürdürülmektedir. Bu şenlikler “Çürük Ortası”, “Yayla Ortası”, “Okçular’, “Vartivor” gibi adlarla yayla süresinin belli dönemini yansıtmaktadır. Genellikle de yaylaların en kalabalık olduğu, ot biçme işleminin bitimine ya da köydeki son işlerin bitirilip yaylada toplanma tarihine rastlar.

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesi Ayder yaylalarından biri image004.gifolan Kavran’da  Vartivor,  günümüzde de geçmişte olduğu gibi aynı görkem ve ihtişamla kutlanmaktadır.

Vartivor, yayla halkının yaptığı bir şenlik olup, Temmuz ayının 15’inde başlayıp 25’ine kadar devam  eder.  Şenlikte delikanlılar, kızlar horon  oynar,  birbirlerine mani söylerler. Vartivor gül bayramı, ot bayramı anlamına gelmektedir. Vartivor eskiden temmuz sonları, ağustos başlarında Ergenekon dolaylarında dağlarda yapılıyordu. Şimdi aynı görkemiyle, aynı tarihlerde Hemşin yaylalarında yapılmaktadır.

Yayla halkı, kuşaktan kuşağa taşıyarak  günümüze  aktardığı Vartivor’u  şöyle anlatmaktadır: “Hayvanlarımız otlasın, katığımız bol  olsun diye yaylaya çıkarız.

Yaylada her evde bir katık yapan, bir de sığırları otlatmak için çoban olur. Yazın köydeki işler ağustos başlarında biter. İşler bitince köylü toplanır. Vartevor yapmak  için yaylaya gelir. Köyden yaylaya gelenlere “Vartevorcu” denir. Vartevorcularla yaylacılar yaylada eğlenirler, çalışmanın yorgunluğunu üzerlerinden atarlar, gece sabahlara kadar tulumla horon oynar, içki içip tabanca atarlar”.

Vartevora giden köylüler en güzel giysileri giyerek sabahın erken saatlerinde yola çıkarlar. Tulum çalıp, atma türkü söyleyerek, horon oynayarak, yaylanın yolunu tutarlar. Yaylacılar köyden gelen vartivorcuları büyük bir heyecan ve sevinçle karşılarlar. Vartivorcu yaylaya tulum eşliğinde büyük bir coşkuyla girer. Bu coşku yaylada on beş gün sürer. Vartivorcusu  gelmeyen  yaylacının, vartivoru hüzünlü geçer. Köyden vartivorcusu kalabalık gelen yaylacı gururlanır başı dik gezer.

“Eskiden işler bitince köylüler, sabah namazıyla yola çıkardı. Türkü söyleyerek, tulum çalarak, Vice (Çamlıhemşin ilçesi) dibine gelirdik. Orda mola verir, yemek yer, tekrar yola koyulurduk. Ayder’de bir gece boş ambarlarda yatardık, sabaha kadar tulum çalar, horon oynardık. Ordan tekrar hep birlikte yola koyulur, öğleye doğru tüfek ata ata yaylaya girerdik. Yaylanın düzünde hemen horonu  kurardık. Gece  sabahlara kadar lamba, lüküs ateşiyle horon oynardık.  On-onbeş gün böyle devam ederdi. Genç kızlar, delikanlılar en güzel elbiselerini giyerek vartevora gelirler. Sevdalıklar da vartevorda başlar, orda büyürdü. Genç kızlar, delikanlılar sevdalarını atma türkülerle yine dile getirirlerdi”.

Vartivor, halk arasında “Yayla Ortası” olarak da bilinen yörenin en önemli şenliklerindendir. Kutlamaların dinsel bir yönü olduğuna dair bir belgeye rastlanmamıştır. Ancak “Hemşinliler Hristiyan adetlerini muhafaza edip, Vartevor Yortusu Günü hepsi de kiliseye gider” ifadesi kullanılmaktadır.

Vartivor zaman olarak yayla döneminin tam ortasında rastgelmektedir. Bu dönem köylerde işlerin azaldığı, sıcaklık ve nem oranının arttığı, Ağustos ayının ilk on beş gününü kapsamaktadır. Yörede yaşlıların kullandığı “Köy Hesabı” ya da “Ay Takvimi” Hicri gün hesabıyla 20-22 Temmuz’da başlamakta, on beş gün sürmektedir.

Şenlikler ciddi bir organizasyon  çerçevesinde  kutlanmakta, kutlamaların  düzenli  yapılması için Başkan ve Kutlama Komitesi oluşturulmaktadır. Şenliğin başlamasından bitimine kadar her aşamasından, Başkan ve Şenlik Komitesi sorumludur. Şenliğin maddi giderlerini yayla halkı karşılamakta, herkes gücüne göre katkı sağlamaktadır, zorlama yoktur.

Vartivorda türkü söyleyip horon oynamanın yanı sıra, yaylanın belli  yerlerine  (Mezovit,  Ovidin Düzü)  gezintiler düzenlenmektedir. Bu gezilerde yemek yenilip, içki içilmekte genç kızlar ve erkekler yakan top oynamakta, delikanlılar balığa gitmektedirler.

Şenliklerin en önemli kısmını horon  oynamak  için  toplanan gruplar oluşturmakta, kızlar ve erkekler ayrı ayrı ya da birlikte oynamaktadırlar.  Horonlar  yayla halkının yaptığı çardaklarda veya büyük düzlüklerde oynanmakta, horon en önemli kısmını horon esnasında atılan  silahlar oluşturmaktadır. Vartivorda “Hoşmeli” ve “lokum” gibi özel yiyecekler yapılmakta, yayla nüfusu iki üç misli artmaktadır.

Vartivor geçmişte olduğu gibi günümüzde de halkın toplumsal ve psikolojik birçok gereksinimine yanıt vermektedir. Bir kültürel olgu toplumda işlevsel olduğu sürece varlığını gösterir ve kuşaktan kuşağa aktarılır.

Vartivor yıl boyunca durmadan  dinlenmeden  çalışan  yöre halkının; buluşma, kaynaşma yeridir. Sadece köyde yaşayanlar değil, büyük kentlere göç eden yöre halkı da vartivora gelmek için büyük bir gayret göstermekte, işlerini vartivora göre ayarlamaktadır. Vartivor yorgunluğun atıldığı, hasretin giderildiği, eğlenme, kaynaşma yeridir. Duygu ve düşünceler en güzel ve çarpıcı olarak türkü yoluyla vartivorda dile getirilir.

Sevgililer sevgilerini, kırgınlıklarını,  komşular beklentilerini, dargınlar yergilerini,  gurbetçiler özlemlerini anlatır türkülerle. Bu nedenle şenlik bir anlamda da iletişim işlevi görüp, bireyi bilinç altına ittiği sıkıntılardan uzaklaştırıp, ruhsal doyuma ulaştırmaktadır. Birbirleriyle karışıp kaynaşan halkın ilişkilerini güçlendirmekte, toplumsal düzeni  sağlamlaştırmaktadır.

Vartivor şenliklerinin yukarıda anlatılan işlevlerden dolayı, biçimde değişime uğrasa da içerikte amacını koruyarak, kuşaktan kuşağa aynı görkem ve ihtişamla kutlanacak, Kavran Yaylası daha uzun yıllar şenliklere ev sahipliği yapacaktır.

Gidiyorum buradan
Vartevordur durağım
Sizlerden ayrı kaldım
Odur benim merağım.

Horon oynamağilen
Horon yeri düz olmaz
Kadife giymeyilen
Kocakarı kız olmaz.

Yayladan mı gelirsin
Ey gidi yeşil taksi?
Vermezler sevdiğimi
Kardeşlerim çok aksi.

Yaylalar çiçeğinin
Honceciliktir başı,
Ben bir güzel severim
Daha ufaktır yaşı.

Yaylaların dumanı
Her gün gelir değilen
Gençliğime yanarım
Geçti ağlamağlen.

Buldırın yaylalardan
Alamadım bir çiçek
Bu yılı da sorarsan
Ağzımı açmaz bıçak.

Yayladan ki yürüdüm
Bir saat ağlamışım
Ayrılığın çamına
Hatıra bağlamışım.

Yaylanın yollarına
Ben kurulayım oluk
Gelen geçer güzeller
İçsinler soluk soluk.

Bizim yayla düz gibi
Bir su içtim buz gibi
Oldun elli yaşına
Duruyorsun kız gibi.

Bu sene vartevorun
Zarı kırıktır zarı
Gelmedi vartovara
Neyleyim böyle yarı.

Ayderin düzlerine
Helikopter inecek
Yarimden mektup aldım
Vartevora gelecek.

Bu sene yaylaların
Çiçeğisin çiçeği
Saplandı yüreğime
Savdalığın bıçağı

Kaçkarın tepesinde
Bir taş durur duraklı
Akşamdan bir ay doğdu
O da benden meraklı.

Yayladan ki yürüdüm
Yayla dumanlı idi
Bakamadım yüzüne
Gözlerim yaşlı idi.

 

KAYNAK : T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI

Paylaş:

Yorumlar

“115) YAYLA KÜLTÜRÜMÜZ” yazisina 1 Yorum yapilmis

  1. Burak Engin yorum tarihi 19 Temmuz, 2011 23:26

    Keyifle okudum,cok güzel bir paylasim.Emegi gecenlere tesekkürler.Saygilar…

Yorum yap