419) YENİDEN TÜRKLEŞMEK-4
Yayin Tarihi 7 Ekim, 2009
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ
YENİDEN TÜRKLEŞMEK
Türkleşmek Evrenselliğin Zorunlu Sonucudur
Dünya coğrafyasının keşfi yirminci yüzyılın başlarında mümkün olabilmiştir. Dünyanın kültürel, antropolojik ve sosyolojik coğrafyası ise daha yeni yeni keşfedilmeye başlamıştır. Türk kültürünün etkin olarak yayıldığı alanlar incelendiği zaman bu kültürün belli bir coğrafyayla sınırlandırılmasının son derece yanlış olacağı anlaşılır. Önasya coğrafyasının hakimi olan Türkiye Türkleri; her ne kadar SSCB’yi kızdırmamak ve komünist şiddeti üzerine çekmemek için Ortaasya, Kafkasya, Sibirya ve Moldavya’daki Türk varlığını ağzına almamış olsa da, Bulgaristan, Bosna, Arnavutluk ve Macaristan’daki kültürel varlığı görmezlikten gelmişlerse de, Iraktaki Türk varlığını bir yana bırakmışlarsa da bugün dünyada Türklük evrensel bir konumda bulunmaktadır. Amerika’daki Meluncanlar, Sibirya’nın böğrüne sürülen Mesket Türkleri, toptan göç ettirilen Kırım Türkleri Anadolu Türk’lerine Türk’lüğün yeni boyutu konusunda yeni mesajları iletmişlerdir.
Dünyanın her yerindeki Türk varlığı, çok çeşitli rejimlerle yönetilen Türk toplulukları, oldukça farklı coğrafyalarda yaşayan Türk soyu ve nihayet kahır çoğunluğu Müslüman olmakla birlikte oldukça farklı dinlere mensup olma gibi unsurlar Türkleşmenin aynı zamanda evrenselleşme anlamına geleceğini de göstermektedir. Bu anlamda evrenselleştikçe Türkleşmek, Türkleştikçe evrenselleşmek parolamız olmalıdır.
Türkleşmek anlayışı; ileri, çağın üstünde, akılcı, ideolojik kalıplarla kendisini sınırlı tutmayan, dinamik, kapsayıcı ve tamamen ilmi esaslara dayanan bir anlayıştır: Titreyip kendini yeniden keşfederek; çağdaş süreçleri, teknik ve yöntemleri Türk’ün ahlâkî, vicdanî, insanî, estetik, erdem ve fazilet değerleriyle dünyaya takdim etmek.
Türk toplumunun “yetmiş iki millete bir göz ile bakma” yeteneği, “yaratılanı yaratandan ötürü hoş görme” felsefesi, engin kültürü ve değişik inanç, ahlâk ve coğrafyaları yönetme dehası sayesinde; bütün insanlığın birleşebileceği kardeşlik, dostluk, barış ülküsüne en yatkın bir kültüre sahip olduğunu düşünüyoruz. Bu toplumun tezatları hoşgörüyle karşılayan, birbirinden farklı görüşleri kabul eden, çelişkiler üzerinde durmayan rahat tutumunu, belki de bütün milletlerden daha iyi benimseyebileceğim iddia ediyoruz.
Kurumsallaşma Eksikliği
Kültürlerin gelişerek devam etmek, devam ederek gelişmek zorunda olduğu sosyolojik gerçekler arasındadır.
Kültürün gelişmesi demek çevresine uyacak yeteneklerinin artırılması demektir. Kültürel kırılma dönemleri toplumların çevreye uyum sağlamada en çok zorlandıkları dönemlerdir. Bu dönemler milletler için “bunalım çağları”dır. Din değişiklikleri, sistem değişiklikleri, rejim değişiklikleri ve ideolojik değişiklikler bunalım dönemlerinin ardından zuhur eder.
Bizim düşüncemize göre genelde doğu, özelde Türk medeniyetinin en temel kusuru “kurumsallaşma” ve “yapısallaşma” noktasındaki gelenek ve anane eksikliğidir. Ürettiğini ürettiği yerde, geliştirdiğini geliştirdiği biçimde bırakmak ve her neslin bırakılan aşamayı geliştirmek ve ilerletmek yerine mevcudu muhafaza ya da taklitten başka bir şey düşünmemek hakim gelenekler arasındadır. Bu yüzden robotun ilkel biçimini “Abdest Alma Makinesi” olarak icat eden Cizre’li Ebul İz olmasına rağmen bütün robotlar batı ya da Japon markalıdır. İlk saatin Harun El Reşit tarafından Şakiken’e hediye edildiği tarihlerde yazmasına rağmen bugün kullanılan bütün saatler ya Japon ya da İsviçre markasını taşır. Dünya’nın en güzel çinilerinin İznik’te yapıldığı bilindiği halde bugün o çinilerin örneklerini dahi yapamayacak durumdayız. Halbuki milattan dört bin yıl önce Çin’de yapılan çinilerin gelişmiş biçimleri bütün turistik eşya satan reyonları doldurmuş durumda. Felsefede Mevlana, dilde Yunus, mimaride Sinan olduğu yerde duruyor. Türk medeniyeti ürettiğini geliştirme yeteneğine kavuştuğu gün herhangi bir sistem ya da uygulamayı taklit etme lüzumunu duymayacaktır. Aksine yeniden titremesini becerebildiği, beynine yüklediği hörgüçleri atıp kendine geldiği ve kendi kavramlarını üretip geliştirdiği takdirde taklit edilmeye başlanacaktır.
Milli Devlet’in Sonu Geldi mi?
Milli devletlerin ulus ötesi birliklerle (Avrupa ya da Amerika) yer değiştireceğini savunanlar yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir çeşit eskiye dönüş olan imparatorlukları savunmaktadır. Bu çağın da imparatorluk çağı olmadığını anlamamış görünüyorlar. Kaldı ki Avrupa Birliği adı altında örgütlenen ülkelerden birisi olan Fransa; son Dünya Futbol şampiyonasında birinci olunca sokaklar Fransız bayrakları ile doldurulmuştur. Sokaklarda bir adet Avrupa Birliği bayrağı görülmemesi bir şeyler hatırlatmalıdır.
Diğer yandan Sovyet’lerin, Çekoslavakya’nın ve Yugoslavya’nın dağılmasından yasa çıkarmaya çalışanlar bu olguları milli devletler için tehlike çanlarının çalması olarak nitelendirmektedirler. Nobel ödüllü düşünürlerden Andre Marriaux’a göre 21 yüzyıl da, azınlıklar yüzyılı olacaktır. Ona göre, bütün dünyada, özellikle, Afrika’da, Asya’da, Doğu Avrupa’da, etnik ihtilaflar gün geçtikçe büyümekte ve milli devlet konsepti zayıflamaktadır.
Yirmi birinci yüzyıla girerken milli devlete yönelik saldırıların, giderek arttığı doğrudur. Ancak bu eleştiri ve saldırılar diğer örgütlenme biçimleri için daha yoğun olarak vardır, yeniden kabileciliğe dönüşü, çağın gereği olarak algılamanın ise hiçbir mantığı yoktur. Bütün bu olguların temelini yalnızca etnik, ekonomik ya da mezhep sorunlarına indirgemek ise metodolojik bir hatadır.
Toplumların gelişmesinde bugün varılan son aşama millet aşamasıdır. Teknikte, düşüncede, bilimde bütün ileri adımlar bu kaynaktan doğuyor. İlk çağlarda siteler medeniyeti olduğu gibi, zamanımızda da bir milletler medeniyeti vardır. Bundan dolayı medeni olmak, ancak kuvvetli bir millet olmakla mümkün olabilir. Toplumlar için millet ötesi bir aşamadan söz etmek bu konuda kusur ya da eksiği olanların kendilerini tatmin ve ikna etmek için başvurdukları marjinallikten başka bir anlama gelmez. İstisnai vakıaları yasa olarak kabul edip, bunu millet ötesi yaklaşımları açıklamakta kullanmak ise bilimsel değildir.
Milletlerarası Şahsiyet Değil Milli Şahsiyet
Hilmi Ziya Ülken’in “Şu halde bizim için Avrupalılaşmak ile millileşmek aynı şeydir. Bizim için Avrupa medeniyetine girmek, bir taraftan bugünkü milletlararası müesseseleri kabul ederken, diğer taraftan bugünün biricik medeni hayat tarzı olan milli hayata girmek demektir. Biçimindeki sözlerinin aydınımızın “sapla samanı” nasıl karıştırdığının tipik örneğini göstermesi bakımından ilginçtir. Avrupalılaşmak ile millileşmek aynı şeydir demekle, Türk’le Fransız aynı millettir demek arasında hiçbir fark yoktur. Bir millete özgü, bir millete ait, görüldüğü anda o milleti hatırlatan her şey o millet için millidir. Dil, edebiyat, müzik, resim, mimari, örf, adet, gelenek, folklor, spor, ilim ve teknik alanlarında bir toplumun kendisine özgülüğü onun milliliğini gösterir. Halbuki “biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin.
Avrupalılaşmak ise ilimde, teknikte, modada ya da diğer toplumsal süreçlerde Avrupa’lılara benzemek, onlar gibi olmaya çalışmak demektir. Dostoyevski daha 1880’de bu tür bu analizi Rusya için yapmıştır. Onun söylediklerini yalnız hatırlatmakla yetiniyoruz. “Bizim batılılaşma isteğimizin milli emellere uygun olduğu ve aslında bir milli ruh tarafından esrarengiz bir şekilde yönetilmekte olduğu yolundaki iddia ve görüşleriniz bizce tereddütsüz reddedilecek bir düşüncedir… Şunu anlamalısınız ki bizi yönetmekte olan halkın ruhu değil Avrupa, Avrupa’daki bilim ve deli Petro’nun devrimleridir.” Onun söylediği “Deli Petro ve devrimleri” ibaresinin yerine Atatürk ve devrimlerini koyarsak aynı analiz Türk Toplumu için daha açıklayıcı hale gelir.
Coğrafi olmaktan çok ideolojik bir kavrama dönüşen Batı, neredeyse bütün ülkelerin gözlerini diktiği “cazibe merkezi” durumuna gelmiştir. Batı’lılaşma dünyada “üniform” bir düzen yaratmıştır. Hayatı aynı biçimde yaşayan, aynı biçimde düşünen, aynı biçimde üreten, aynı biçimde tüketen, hatta aynı biçimde kavga eden, kültürün yerini kalkınmanın aldığı mekanik bir dünya ile karşı karşıyayız. Batılı, merkezler tarafından üretilen ya da manipüle edilen haberler, gösteriler, modalar, ahlaki değerler, eğlence biçimleri yine batılı kitle iletişim araçları tarafından bütün dünyaya yayılmaktadır. “Ekonomi-politik”, “dinler dışı bir din” biçimine dönüşmüş durumda, sınırsız üretim, başarı, tüketim hırsı bütün dünyanın tapındığı değerler haline sokulmuştur. Evrensellik adına milletlerin yüzlerce yıldır edindikleri kültürler “etnografik malzeme” muamelesine tabi tutulmaktadır.
Batı’nın pazarladığı değerler çoğulcu kültür ve çok yönlü insanlık anlayışı değil adeta George Onvel’in “1984”, Yevgini Zamyetin’in “Biz”, Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” ve A. Huxley’in “Yeni Dünya” adlı eserlerinde öngördüğü totaliter devlet ve bürokratik diktatörlüğün pençesinde kıvranan “cıvata adam”dır. En son aşamasında “cıvata adam”ı üreten bir Batı’nın, insan odaklı bir dünyayı savunan Türk Medeniyeti için geçerliliği olamaz.
Sonuç
Türkiye’de kendini aydın olarak niteleyenler kahır ekseriyetle günahkarlardır. Onlar hiçbir zaman köklerinin üzerine toplumun yükselebilmesi için yeterli fikri ve fiziki çabayı ortaya koymadılar. Beyinlerini patlatırcasına düşünmediler, kendi kavramlarını üretmediler ve kendi toplumundan yana tavır koymadılar. Halkı ve kültürünü hor görmek, onlara hakir davranmak, geleneklerini beğenmemek ve bilumum değerlerini çiğnemekle evrensel olacaklarını sandılar. Bir zamanlar Dostoyevski Rus aydını için söylemişti “O aydınlar ki kökleri bu vatanın topraklarında olduğu halde kendilerini halktan koparmışlardır.” Bu sözler Türkiye’de aydın olarak salonlarda boy gösteren bilgiçlere daha çok yakışmaktadır.
Bugün aklı başındaki münevver için Avrupa eşittir ilim, teknik, hukuk, akılcılık ve demokrasidir. Kaldı ki bu değerleri de her anlamda Avrupalı saymak ve Avrupalı gibi algılamak ve kullanmak mümkün değildir. Bugün artık kalkınmak, modernleşmek, ilerlemek, çağdaşlaşmak ya da demokratikleşmek için Batılı olmaya da gerek yoktur, aksine bu değerleri kurumsallaşmak için batının tasallutundan, kavram kargaşası ve kokuşmuş uygulamalarından kurtulmak gerekir. Bütün bu değerleri biricik olarak batıya özgü ve Avrupai değerler olarak kabul etmek de aşırı ve hatalı bir iddiadır. Bütün insanlığın ortak değerlerinin katılımı ve kazanımlarının neticesi olarak üretilmiş olan değerleri evrensel değerler olarak düşünmek gerek, İsmail Hami Danişmend yıllar önce şöyle yazmıştı: “Eğer milli benliğimizi büsbütün yok olmaktan kurtarmak istiyorsak, şunu bilmeliyiz ki “Batı Medeniyeti” demek, Batı’nın bir örf ve adet halitası değil, ilimleriyle sanatlarından birleşik bir kültür toplamı demektir ve onun da Batıyla ve batılılıkla hiçbir alakası yoktur.” Evrensel çapta önemli olan değerleri hiç ürkmeden Türklüğün yitik malı olarak kabul etmeli ve her görüldüğü yerden alınmalıdır. Bugün Avrupa’nın kültürel ve teknik envanterinden Eski Çin, Eski Mısır, Eski Hint, Aztek, Maya, Arap ve Osmanlıyı vb. çekin alın ortada bir avuç Latin ve Roma cürufu kalır.
Batı deyince damarlarındaki kanı donan aydının mantığına göre Japon toplumun tuttuğu yol da çıkmaz sokaktır. “Medeniyetle kültürü birbirinden kati olarak ayırmak ve şekilde Avrupalı, özde ifrat derecede şarklı kalmak isteyen Japonya’yı, bizce katiyen çıkılmaz bir yol olan bu düalizme sırf hususi vaziyetini kurtarmak için başvurmuş dünya yüzünde tek misal olarak görüyoruz.” Bugün Japonya şahsiyetini, kimliğini yani kısaca varlığını koruyabilmeşse “milli”likle Avrupalılık arasındaki sınırı çok akılcı olarak ortaya koyabilmiş olmasına borçludur.
Dostoyevski bundan yüz yıl kadar önce Avrupa konusunda şunları söylemişti: “O büyük zenginliklerle dolu Avrupa’daki bütün ülkelerin toplum yapısı zayıflamış durumdadır. Bu ülkeler belki de yarın hiçbir iz bırakmadan yok olacak ve bunların yerini tamamen yeni, daha öncekilere hiç benzemeyen bir şeyler alacaktır. Avrupa’nın çöküşüne, toplamış olduğu bütün hazineler de engel olamayacaktır, çünkü göz açıp kapayıncaya kadar bütün zenginlikler de yok olacaktır. İşte bu gerçekten hasta ve çürümüş düzen; halkımıza, erişilmesi gereken bir lüks olarak gösterilmektedir”
“1990’lar Türkiye’si, bir yanda Batılı norm ve değerlere dayalı bir modelle karşı karşıya bir yanda da kendi milli ve dini inanç sistemlerinin oluşturduğu dayanışmacı, bütünleştirici, uyumcu bir kimliği taşımaktadır. Bu nedenle, bir yol ağzındadır, ya makas değiştirecek, tamamıyla Batı hattına geçecektir veya Doğulu değerleriyle sentezler oluşturarak kalkınmasını gerçekleştirecektir.” Medeniyeti; üreten, besleyen, yoğuran ve tekamül ettiren değerleri coğrafi terimlerin birisinin mülkiyetinde görmenin son derece yanlış olduğu düşünülmelidir. Hiçbir bilgiye, kavrama, teknoloji ve uygulamaya saf bir ırki gömlek giydirmenin doğru olmadığını düşünmek lazımdır. O bakımdan Türkiye’yi Batıya Doğru makas değiştirmek ya da Doğuya doğru kendi yağıyla kavrulacak bir sentez arasında görmek, isabetli değildir.
Yeniden Türkleşmek hareketi Ekvator’dan Alaska’ya; Kuzey Kutbundan Güney Kutbuna arz üzerinde bulunan ve insanlık adına bir anlamı olabilecek bütün değerleri hiçbir kıskançlık duymadan ham veriler olarak ele alıp Türklüğün tarihi tecrübesi, yeteneği ve dahası ile insanlığın hizmetine sokmayı esas alır.
Yeniden Türkleşmek hareketi dünyanın yeni düzeninin Amerika ya da emperyalist batılı güçler tarafından belirlenmesini ahlaka aykırı olarak görür.
Aslında bakarsanız batı değerlerinin ne kadarının Batı olarak ifade edilen unsurların ne kadarının da Doğu diye ifade edilen kültürlerin ürünü olduğu da tartışma konusudur. Batı denilen medeniyet; anası kesinlikle belli olan ancak babasının kesinlikle tespiti mümkün olmayan agnostik bir heyyule olarak orta yerde durmaktadır. İnsanlığın ortak tecrübe, çaba, çalışma acı, birikim ve değerlerinin sonucu olan unsurları bir dinin, birkaç milletin ortak paydası olarak nitelemek akli de değildir.
O halde Türklük yeni bir silkinişle ayağa kalkıp “nerede kalmıştık” diyerek güçlünün zulmünü meşrulaştıran emperyalistlerin yeni dünya düzenine karşı; kendi özgünlüğü, insanlık anlayışı ve özelliği çerçevesinde iddialarım, tezlerini, insani projelerini ve itirazlarını dünyanın ezilen halklarının önüne koymasının zamanı gelmiştir. Bunun yolu da Türklüğün evrensel düzeyde yeniden var oluşundan geçmektedir. Türklüğün yeniden var oluşu yalnız Türk insanına yönelik olmayacağı gibi, yalnızca antropolojik unsurlara dayalı olarak da düşünülmemelidir. Dünyada egemen olduğu topraklarda farklılıkların özüne zarar vermeden dengeli bir biçimde; toplumları “farklılıklar içinde birlik” olarak yaşatabilmiş Türk zekası ve yeteneğine çağdaş dünyanın ihtiyacı vardır!
Bırakın, batılılaşmayı ya da doğululaşmayı da kendi medeniyetinizin üzerindeki pasları ve tozları kaldırmaya bakın! Sonra hiç beklemediğiniz bir zamanda bu “batı” dediğiniz medeniyet yıkılırsa altından kalkamazsınız.
Batılılaşmayı Türklerin yaşadığı bir çok medeniyet tecrübesinden biri olarak düşünmek gerekir. Yine Batılılaşmayı geçmişte Bilge Kağan’a “Ey Türk! Titre ve “kendine Dön” dedirten bin iki yüz yıl önceki Çin’leşmenin 20. yüzyıldaki versiyonu olarak görmek gerek. Bundan şu sonucu da çıkartmak da mümkündür: Türk’lerin zaman zaman öz benliklerinden uzaklaşmaları ve kendilerini unutmaları söz konusu olmaktadır. İşte bu aşamada Bilge Kağan gibi, Karamanoğlu Mehmet gibi, Kaşgarlı Mahmut gibi, Atatürk gibi, Alparslan Türkeş gibi “Kendine dön” ikazını yapan aydın ve devlet adamları ortaya çıkmaktadır.
Şunu unutmamak gerekir ki, Türkler geriledikçe Türklüklerin unutup batının kuyruğuna takıldıkları gibi ilerledikçe de Türkleşip kendi uygarlıklarının gereğine göre davranmaya başlamaları kaçınılmaz bir sonuçtur. Biz bunun bir an önce gerçekleşmesi için ne gerekirse onun yapılmasını istiyoruz.
Türk Halkları; Asya’da Çin’lileşmeye, Avrupa’da Batılılaşmaya, Rusya’da Slavlaşmaya karşı kendi varlıklarını ancak Yeniden Türkleşerek koruyabilirler.
İlerinin, kalitelinin, barışın, iyi yaşamanın, doğrunun ne tekeli olabilir ne de ırkı; ancak akli ilkeleri olur. Kötünün, yanlışın, barbarlığın, caniliğin ve ilkelliğin de öyle. O halde zihnimizi, yöntemimizi, değer yargılarımızı istila eden her türden kirli duyguları, aşağılık yaklaşımları, pespaye kavramları bir kenara bırakmak zamanının artık geldiğini anlayalım. Büyük bir medeniyetin küçük evlatları olarak değil, sorumlu ve soylu evlatları olarak yeniden kendimize gelmenin yollarında beraber olalım. Fiziğimizi, ruhumuzu ve dimağımızı temizleyelim: Aşağılık duygusundan, umutsuzluktan ve fesattan.
Arınalım, ayıklanalım; birliğimizi, iriliğimizi, dirliğimizi kısaca birlikteliğimizi güçleştiren, varlığımızı zora sokan her düşünceyi elimizin tersiyle bir kenara itelim. Hangi markayı taşırsa taşısın, hangi gücün aracı olursa olsun ‘”bizi biz” yapmayı zorlaştıran, varlığımızı ve medeniyetimizi ikinci plana atan geleneğe, doktrine ve yaklaşımlara rest çekelim. Düşünen bütün beyinler, acıdan kıvranın bütün yürekler bu ideal etrafında toplanalım. Parça bakışına, bugüne yönelik olana, fiziki görüntülere aldırmayalım. “Bütüne bakmayı bilen, “dün-bugün-yarın” birlikte ele alan, fizik ile birlikte özü de hesaba katan kendi yöntemimize yönelelim. Yirmi birinci asrı Türk asrı yapmak için; yeniden kendi medeniyetimizin farkına varmaya, yeniden dünyaya örnek ve önder olma idealiyle buluşmaya yani yeniden Türkleşmeye var mısınız!
Prof. Dr. ÖZCAN YENİÇERİ
Yorumlar
Yorum yap