573) GENELKURMAY BAŞKANI SAYIN İLKER BAŞBUĞ’UN KONUŞMASI-2
Yayin Tarihi 15 Nisan, 2009
Kategori BASIN-YAYIN
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye, 1984 yılından beri Bölücü Terör Örgütünün yarattığı terör olaylarıyla iç içe yaşayan bir ülkedir. Bu gerçek, herkes tarafından iyi anlaşılmalıdır.
Öte yandan, iyi anlaşılması gereken bir diğer konu da terörle/terörizmle mücadele ve bölücü terör örgütüyle/teröristle mücadele kavramlarının arasındaki ilişki ve farklılıktır.
Terör, çoğu zaman devlet otoritesine meydan okuma, şiddet ve korku yoluyla toplumu etkileme çabasıdır.
Terörle mücadele; devlet tarafından ve topyekûn şekilde, esas itibarıyla, güvenlik, ekonomik, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dahil), propaganda ve uluslararası alanlarda, birbiriyle paralel ve koordineli olarak yürütülen faaliyetlerdir.Bu faaliyetler birbirini tamamlar. Faaliyetler, bu şekilde yürütülebilirse terörle mücadelenin süreci de kısalır.
Terörle mücadelenin ana hedefi, terör örgütünün ve destekleyicilerinin başarı umutlarının yok edilmesidir. Böylece, terörle bir yere varılamayacağı herkese gösterilmiş olur. Bunun sağlanması terör örgütünün etkinliğinin tam olarak kırılmasına bağlıdır. Çünkü, terörizm ile teröristler bir bütünün parçalarıdır.
Terörle mücadele; farklı boyutları olan, uzun soluklu, dinamik, karmaşık ve süreklilik gerektiren bir süreçtir. Mücadele; bütüncül düşünmeyi, şartlardaki değişkenliği analiz etmeyi ve gerekli reaksiyon vermeyi, toplumsal ve yönetsel sabır göstermeyi ve terörün bir araç olarak görülmesi fikrinin kamu vicdanında mahkum edilmesini gerektirir.
Burada diğer bir önemli nokta ise, teröristin görünürlüğü sebebiyle çoğu zaman, sorunun bütününü kavramak yerine sadece terörist odaklı analizler yapılmasıdır. Böyle yaklaşımlar terörle mücadele sürecinin uzamasına neden olabilir.
Terörle mücadelenin ana stratejik prensibi, bu mücadelenin insan odaklı olmasıdır. Mücadele, insanların kalbine ve beynine hitap etmelidir. Bu kapsamda, teröristlerin ve destekleyicilerinin terörle bir yere ulaşabilecekleri yönündeki umutlarının kırılması önemlidir. Ümit duygusunun, gurur ve başarılı olma ile ilişkili olduğu da unutulmamalıdır.
Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer konu da terörist ile masum bölge halkının karıştırılmamasıdır. Terör olaylarının yaşandığı bölgelerde, toplumun bütününü potansiyel terörist olarak görmek ve düşünmek, terörle mücadelede yapılabilecek en büyük hatadır.
Hayati önem taşıyan böyle bir konuda hata yapılmamalı, mücadele bütün zorluklarına rağmen, mevcut hukuki düzen içinde yürütülmelidir.
Bu hususlara dikkat edildiği takdirde, mücadelede halkın tümünün desteği, güvenlik kuvvetlerinin yanında olacaktır.
Yürütülen mücadelede devlet kurumları ile halk arasında sıkı iş birliği sağlanmalıdır. Bunun için de halkı tanımak, halkın değerlerini, geleneklerini ve davranış kalıplarını iyi değerlendirerek, halkla ilişkileri sağlam ve samimi zeminlere oturtmak zorunludur.
Demokrasi, haklar, özgürlükler ve sorumluluklar sistemidir. Ancak, demokrasinin sunduğu fırsat alanlarını kullananlar, bireylerin en temel hakkı olan yaşam hakkını hedef alan terörizm faaliyetlerini, hiçbir nedenle hoş göremez.
Terörist de neticede insandır. Bölücü Terör Örgütüne katılanların, Örgüte neden katıldıklarının tespiti ve bu katılımları engellemek için gerekli tedbirlerin devlet tarafından alınması terörle mücadelede önemli hususlardandır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Yapılan bir araştırmanın sonuçlarında, Örgüte katılımın nedenleri şöyle sıralanmaktadır:
Çocukluğun sevgisiz bir ortamda geçmesi, şiddet kültürünün yaygın olduğu ortamlarda büyüme, yoksulluk, dışlanma duygusu, haksızlıklardan kaçış, şiddetin tek çare olduğuna inanma, eğitimde istenilen imkanların bulunamaması, toplumda bir yer edinme duygusu ve tabi ki en önemlisi de, yapılan etnik temelli propagandalara inanma.
Yine aynı çalışma, örgüte katılanların yaklaşık %70’e yakınının, örgüte 14-20 yaş grubunda iken katıldığını göstermektedir. Çeşitli nedenlerle bu yaş grubunu etkileme kolaydır. Büyük çoğunluğu 14-20 yaş grubunda iken örgüte katılanların neredeyse %80’inin örgütte bulunuş süresi, çeşitli nedenlere dayalı olarak, ortalama 10 yıldır. Bu durum, örgüte katılan teröristlerin ortalama olarak 26 yaşına ulaşamadan güvenlik kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirildiği veya örgütten kaçtığı anlamına gelmektedir.
1984 yılından bugüne kadar, etkisiz hale getirilen terörist sayısı 40.000’i geçmiştir. Bu rakam, bu yolun çıkmaz yol olduğunu göstermektedir. Çeşitli nedenleri istismar ederek gençlerin Örgüte katılmalarını sağlayanların ve destekleyenlerin, aslında onları ölüme gönderdiklerini anlamalarını gerekir.
Çeşitli nedenlerle evlatlarını Örgüte kaptıran ana ve babaların duydukları acıları ve onların içinde bulundukları durumları da düşünmek ve onları anlamak zorundayız.
Bölücü terör örgütü/terörist ile mücadeleye gelince; bu görev, güvenlik kuvvetlerine aittir. Görev, teröristlerin nerede ise aranıp, bulunup, etkisiz hale getirilmesi şeklinde ifade edilebilir. Aslında terörist, kriminal bir suçludur. Teröristlerin, yakalanarak yargı önüne çıkarılmaları istenir. Ancak, teröristlerle sağlanan temasların çoğu zaman çatışmaya dönüştüğü de unutulmamalıdır.
Bölücü Terör Örgütü ile mücadelede görev alacak güvenlik kuvvetlerinin genel yapısının nasıl olması gerektiği ise, Türkiye’de yine pek iyi anlaşılamayan konulardan birini oluşturmaktadır.
Güvenlik Kuvvetlerinin yapısını etkileyen faktörlerin başında terör tehdidinin nitelikleri ve boyutları gelmektedir.
Bölücü Terör Örgütünün yarattığı tehditler ve riskler oldukça geniş bir yelpazededir. Bunlar, sokak eylemlerinden, meskun mahallerdeki terörist eylemlerine, büyük boyutta kırsal alandaki terörist yapılanmaya ve terörist eylemlere kadar uzanmaktadır. Aslında Örgüt, ağırlıklı olarak, bölgenin zor coğrafi şartlarından istifade ederek, kırsal alanda terörist eylemlerde bulunmak üzere yapılanmış ve eğitilmiş bir örgüttür. Dolayısıyla, bu Örgütün terör eylemlerini, Afganistan’ın bir bölümü dışındaki, diğer ülkelerdeki terör eylemleri ile mukayese edemezsiniz.
Terör tehdidinin coğrafi boyutlarının, özellikle kırsal alanlarda geniş ve zor bir coğrafyaya yayıldığını söyleyebiliriz. Tabi, bu coğrafyaya bir de Irak’ın kuzeyindeki bölgeyi de ilave etmeliyiz.
Bu iki temel husus, yani tehdidin nitelikleri ve boyutları, Bölücü Terör Örgütü ile mücadelede Kolluk Kuvvetlerinin yetersiz olduğunu göstermektedir.
Bu nedenlerden dolayı; mevcut yasalar çerçevesinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölücü terör ile mücadelede vazife ve sorumluluk alması, değişik yasal düzenlemelerle, 1984’ten bugüne kadar süregelmiştir. Bundan sonraki süreçte de tehdidin nitelikleri ve boyutları değişinceye ve Bölücü Terör Örgütü etkisiz hale getirilinceye kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu görev ve sorumluluğu devam edecektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri bu vazife ve sorumluluğunu, bölücü terör örgütü ile mücadele etmek için özel olarak teşkilatlanmış ve eğitilmiş birliklerle dört temel görevi yerine getirecek şekilde yürütmektedir. Bunlar:
– Bölgede yaşamakta olan halkımızın öncelikle teröristlerin baskısından korunması, güvenliğinin sağlanması,
– Kırsal alanda, alan hakimiyetinin sağlanması,
– Kırsal alanda, teröristlerin nerede ise aranıp, bulunup etkisiz hale getirilmesi,
– Sınır bölgelerinden giriş ve çıkışların etkin şekilde kontrol altına alınması.
Türk Silahlı Kuvvetleri bu vazife ve sorumluluğunu 1984 yılından beri, azimle, kararlılıkla ve başarı ile sürdürmektedir. Bu uğurda bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin vermiş olduğu şehit sayısı; 4970’tir. Kararlılıkla ve başarı ile sürdürülen bu mücadele neticesinde, Örgüt stratejik savunma aşamasında kalmış, bugüne kadar hiçbir zaman yurt içindeki bir bölgede sürekli denetimi sağlayamamış, dağ kadrosunu denge aşamasına geçirebilecek nitelik ve sayıya ulaştıramamış ve bugüne kadar da 40.000’e yakın personelini kaybetmiştir.
Özellikle; 1994 yılında stratejik savunma safhasından daha ileriye geçemeyeceğini anlayan Örgüt; terör eylemlerine devam ederken, asıl mücadeleyi siyasal alanda yürütme kararını almıştır. Terör Örgütünü strateji değişikliğine zorlayan temel neden güvenlik güçlerinin amansız mücadelesi sonucunda teröristlerin azim ve iradesinin törpülenmesidir. Böylece Örgüt, başlangıçta öngördüğü üç aşamalı stratejisini terk etmek zorunda kalmıştır.
1993 yılında toplam iç güvenlik olayı 5717, verilen şehit sayısı 538, hayatını kaybeden vatandaş sayısı 1479 iken; 2008 yılında toplam iç güvenlik olayı 1602’ye – ki bunun 990 adedi güvenlik kuvvetlerinin inisiyatifinde gerçekleşmiştir – verilen şehit sayısı 138’e – elbette bir şehidin bile bizim için önemi çok büyüktür – hayatını kaybeden vatandaş sayısı ise 51’e inmiştir. Ayrıca, 1990’lı yıllarda bölgede ulaşım güvenliği, akşam hava karardıktan sonra dışarılarda yaşam güvenliği yokken, bugün bölgede bu tip sorunların kalmadığını, unutmamak gerekir. Ayrıca bütün bu sorunların ortadan kaldırılması için verilen bu mücadelelerde, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak canlarını ortaya koyanları ve bu uğurda şehit olanları da hiçbir zaman unutamayız, unutmamalıyız. Milletçe onların hatıralarını sonsuza kadar yaşatmak ve geride bıraktıklarına da sahip çıkmak bizler için bir görevdir.
Geçici ve Gönüllü Köy Korucuları, Bölücü Terör Örgütü ile mücadelede, çok önemli görev ve sorumluluklar üstlenmektedir. Geçici ve Gönüllü Köy Korucuları bugüne kadar bu mücadelede 1335 şehit vermişlerdir. Geçici ve Gönüllü Köy Korucularının devlet yanında bu mücadelede yer alması, sorunun etnik bir çatışma olmadığının ve Bölücü Terör Örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının da çok önemli bir göstergesidir.
Öte yandan Türkiye’de uzun süredir başarıyla uygulanan korucu sisteminin bir benzeri de, 2007 yılından itibaren ABD tarafından Irak’ta (Sons of Iraq) kullanılmaya başlamıştır. Bu sistemin kullanıldığı bölgelerde direniş ve askerî güçlere saldırı büyük ölçüde azalmıştır.
ABD, Afganistan’da da Irak’ta uygulanan koruculuk sistemine benzer mahalli güvenlik birimi, ya da milis gücü (Afghan Public Protection Force) kurmak istemiş ve buna ilişkin pilot programa Şubat 2009’da başlamıştır. Bu milis güçleri kendi sorumluluk alanlarında, yollarda güvenliği sağlayacak, hükûmet tesislerini ve personeli koruyacak ve saldırıları engelleyecektir.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Sıraladığımız bu gelişmeler ışığında Bölücü Terör Örgütünün bugün içinde bulunduğu durumla ilgili şunları söyleyebiliriz:
Bölücü Terör Örgütü şu an kan kaybetmektedir.
Irak’ın kuzeyi artık Terör Örgütü için emniyetli bir bölge olmaktan çıkmıştır. Örgüt, gerek Irak’ın kuzeyinde gerek yurt içinde büyük gruplar şeklinde hareket edememektedir. Bu ise Örgüt içinde kontrol sorunları yaşatmaktadır. Haberleşmede, muhabere sistemlerinden ziyade kurye sisteminin kullanılması Örgüte ayrı komuta/kontrol zorlukları getirmektedir. Örgütün lider kadrosu arasında sorunlar vardır. Örgütün moral seviyesi düşüktür. Örgüte katılımlar Örgütün istediği seviyelerde değildir. Örgütten kaçışlar ise devam etmektedir. İkmal faaliyetleri zorlukla yürütülmektedir.
Avrupa ülkelerinin, Örgütün Avrupa’daki parasal kaynaklarına ve Örgütün yönettiği uyuşturucu trafiğine karşı bazı önleyici tedbirleri artırarak alması Örgütü zor duruma sokmuştur.
Bütün bu gelişmelere ilave olarak Irak’ın kuzeyindeki Örgütün varlığına karşı; Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ve Irak tarafından yürütülen faaliyetlerin ve alınan tedbirlerin önümüzdeki dönemde daha etkin sonuçlar vermesi beklenmektedir.
Netice olarak bugün;
Terörizm ve Bölücü Terör Örgütüyle mücadeleyi kararlı, programlı, bilinçli ve koordineli bir şekilde sürdürmek durumundayız. Unutulmamalıdır ki, bu mücadele doğası gereği uzun soluklu ve sabır üzerine kurulu bir mücadeledir. Ayrıca, önümüzdeki süreçte de, Örgütün kırsal alanlarda ve yerleşim yerlerinde bazı terör eylemlerinde bulunabilme imkanı mevcuttur. Güvenlik Kuvvetleri bu muhtemel eylemlere karşı, koordineli istihbarat faaliyetlerine daha da önem vererek, yasalar çerçevesinde gerekli tedbirleri titizlikle ve kararlılıkla almak zorundadır.
Kararlılığımız karşısında, Bölücü Terör Örgütünün amacına ulaşması mümkün değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu mücadelede, her zaman Türk milletinin desteğini yanında hissetmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri; bugün bazı çevrelerin, vatanına ve milletine hizmet etmekten başka hiçbir amaçları olmayan ve Bölücü Terör Örgütüne karşı kahramanca mücadele edenlerin şerefi, onuru ve morali ile oynanmasına duyarsız kalmaz ve bu konuda yetkili ve sorumlu herkesin de aynı duyarlılığı göstermesini bekler.
Terörle mücadele sürecinin kısaltılması için bugün alınabilecek bazı tedbirlerin, düne nazaran, daha etkili sonuçlar doğurabileceğine inanılmaktadır. Bu tedbirler şunlar olabilir:
– Devlet, Örgüte katılımların nedenlerini iyi inceleyerek, alacağı tedbirlerle, Örgüte katılımları kontrol altına almalıdır.
– Devlet, dağ kadrosunun Örgütten ayrılmasını sağlayacak şekilde, mevcut yasal düzenlemelerin daha iyi şekilde uygulanabilmesini sağlamak için bazı değişiklikler yapmalıdır.
– Terörle mücadele, sadece terörist odaklı olarak görülmemelidir.
Terörle mücadele, devlet tarafından topyekûn şekilde, millî gücün bütün unsurları (güvenlik, ekonomi, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dâhil), propaganda ve uluslararası) kullanılarak, koordineli ve etkin bir şekilde yürütülmelidir.
– Bölücü Terör Örgütüne uluslararası verilen destek ve Örgütün finans alanındaki serbestliği tam olarak engellenmelidir.
– Irak’ın kuzeyindeki Bölücü Terör Örgütünün varlığı -ki bu varlık Örgüt için hayatidir- mutlaka etkisiz hale getirilmelidir.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
ABD Başkanı OBAMA’nın geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmanın başında söylediği şu sözlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum:
“Bu sabah ATATÜRK’ün, sizin ülkenizin kurucusunun, anıt mezarını ziyaret ettim. Bu güzel anıttan çok etkilendim. ATATÜRK, tarihin şeklini değiştiren bir liderdir. Ama ATATÜRK’ün yaşamına ait en büyük anıt, hiçbir şekilde taştan ya da mermerden inşa edilemez. Kendisinin bıraktığı en büyük miras Türkiye’nin gücü ve laik demokrasisidir.”
ABD Başkanının bu sözlerini, dost bir ülke halkına sempatik görünme arzusundan ziyade, ABD’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlara bir çözüm arayışında bulunduğunu göstermesi açısından önemsiyorum.
Türkiye’yi bulunduğu bölgede farklı ve güçlü bir konuma getiren, laik ve demokratik bir ülke olmasıdır. Türkiye, laik yapısı ve çağdaşlaşma hedefiyle, yüzyılı aşan demokrasi kültürüyle, ekonomik gücü ve dinamizmiyle bölgesinde benzeri olmayan lider bir ülkedir.
Bu tespitler ışığında şunu ifade etmek isterim: Bundan yaklaşık bir asır önce koca imparatorluğun çöküşüne şahit olmuş kadroların, çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarmayı hedefledikleri Türkiye Cumhuriyeti’ni, demokrasi ve laiklik fikirleri üzerine kurma ufkuna bir daha saygı ve hayranlık duyuyorum ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve gelişimini 20’nci yüzyılda yaşanmış devrimlerin en büyüklerinden biri olarak görüyorum.
21’inci yüzyılın başında, ülkemiz bu özgün karakteriyle gelecekte de ilgi odağı olmaya devam edecektir. Şüphesiz bunu başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının stratejik vizyon ve öngörüsüne borçluyuz.
Öte yandan, Türkiye’nin bu özgünlüğü bizlere ağır sorumluluklar da yüklemektedir. Bu mirasa ve vazifeye karşı herkesin duyarlı, dikkatli ve sorumlu olması gerekmektedir.
MONTESQUEI’nun ifade ettiği gibi; Cumhuriyetin ilkesi erdemdir. Cumhuriyetler, vatandaşları erdemli olduğu ölçüde gönençlidir. Cumhuriyetin erdemi tamamen siyasal erdemdir. Bu ise yasalara saygı ve bireyin topluluğa bağlılığıdır.11
Laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesinin temel direklerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin de temel taşıdır. Laikliğin işlevsel tanımı, Anayasa’nın başlangıcı ile 24’üncü ve 174’üncü maddelerinde yer almaktadır. Anayasa Mahkemesinin içtihatları da konuya açıklık getirmektedir.
Cumhuriyetin muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefine ulaşabilmesi için siyasal yönetim biçiminin demokrasi olması da son derece doğaldır. Çünkü modern bir cumhuriyet ancak demokrasi ile gerçekleştirilebilir. Bu nedenle de demokrasi de Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden biridir.
Demokrasi aslında, halk egemenliği ve halk iradesinin siyasallaşmasıdır. Buna rağmen siyaset bilimi literatüründe demokrasinin ortak bir tanımı olmadığı da bilinmektedir. Bu konuda tartışmalar sürmektedir. Tanımsal zorluğunun yanı sıra demokrasinin sürekli kendisini zamanın ruhuna ve şartlarına uygun olarak yenileyen ve geliştiren bir sistem olduğu da unutulmamalıdır.
Antik Yunan’ın klasik demokrasi anlayışından, koruyucu demokrasi anlayışına, sosyal demokrasiden liberal demokrasiye ve çoğulcu demokrasiye kadar uzanan bir ortamdan söz edebiliriz. Önemli olan demokrasinin olmazsa olmaz koşulları ve temel öğelerinin neleri kapsadığıdır. Bu çerçevede şunları ifade edebiliriz:
– Kuvvetler ayrılığı,
– Yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü,
– Çoğulculuk (Çoğulculuk, temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı güvenceye alınmasıdır.),
– Kurallar ve kurumlar rejimi olması,
– Fırsat eşitliği,
– Aynı zamanda haklar kadar sorumluluklar rejimi olması.
Türk Silahlı Kuvvetleri; Cumhuriyetin temel niteliklerinden birini oluşturan demokrasi rejimine bağlıdır ve saygılıdır.
Demokrasi ve laiklik arasında çok sıkı bir ilişki olduğu görülebilir. Laiklik ilkesinin demokrasi ile çatıştığını iddia etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Aksine, laik düzen Türk demokrasisinin gelişmesinde ana itici gücü oluşturmuştur. Çünkü laiklik aynı zamanda demokrasinin en önemli koşullarından biridir. Etrafımızdaki bazı ülkelere bakılırsa bu gerçek görülebilir. Bu gerçek, bugün pek çok kişi tarafından açıkça görülmektedir.
Laiklik, Türkiye’de sadece dinle devlet işlerini birbirinden ayırmamış, egemenlik sorununu da çözmüştür. Egemenliğin kutsallığa yani hilafete değil de millete ait olması, laikliği belirleyen ana ilkedir.
Bütün bu düşüncelere ve gerçeklere rağmen; Türkiye’de Cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne kadar laiklik karşıtı hareketlerle de çok çeşitli düzeylerde karşılaşılmıştır. Bu durum farklı dönemlerde, farklı boyutlarda ve şekillerde ortaya çıkmıştır.
Yaşanılan ve karşılaşılan bu hareketlerin sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının bulunduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, laiklik karşıtı hareketlere, demokrasi ve yasalar çerçevesinde daha etkin cevaplar verebilmek için, bu olayların sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının ne olduğunun doğru şekilde analiz edilmesi zorunludur.
Max WEBER, modern sosyologlar için önemli bir ilham kaynağı olmuştur. En büyük özelliği “anlayışı” sosyal bilimlerde öne çıkarmasıdır. Anlayış sosyolojisinde öncelikli olan insandır. Dolayısıyla insanların inandıkları değerlerin anlaşılması önemlidir. Bu değerler içinde elbette inançlar sistemi de vardır.
Dinin toplumsal bir bağ oluşturma, ortak bir duyarlılık yaratma bakımından önemi inkar edilemez. Türkiye için böyle şeyleri tartışmak dahi abestir. Yanlış olan ise – Anayasa’nın 24’üncü Maddesinde de ifade edildiği gibi – dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülmesi ve kabul edilmesidir.
Burada önemli olan diğer bir nokta ise bütün insanların ve onların düşünce ve davranışlarının toptancı bir anlayışla aynı kefeye konulmamasıdır. Diğer bir deyişle, gerçek mütedeyyin kişilerle kimsenin hiçbir sorunu olmamalıdır.
Burada ATATÜRK’ün dine ilişkin görüşlerini de hatırlamakta fayda görüyorum:
“Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.”12
“Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, amaca ve eyleme dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.” 13
ATATÜRK’ün bu düşünceleri aslında, dinin önemini ortaya koyarken Cumhuriyetin ve demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için dinî alanın nasıl sınırlanması gerektiğine ışık tutmaktadır.
Askerlik, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Elbette bireysel değerler açısından din de bir etkendir. Bu açıdan ordunun halkımızın değerlerine saygı duymaması düşünülemez. Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce evladını vatan savunmasında “şehit” vermiş bir ordudur. Bizim için şehitlik ve gazilik kutsal bir mertebedir. Bu kutsiyeti halkın iradesini yansıtan TBMM’de kanunla tescil etmiştir. Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de “Peygamber Ocağı” olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silahlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için; dinin ve dinî duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.
Bütün bu düşüncelere rağmen, laikliğin din karşıtı olma ve dinin bireylerin hayatlarından soyutlaması anlamına geldiğinin söylenmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin din karşıtı bir kurum olarak gösterilmesi; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e ve O’nun ordusuna karşı yapılabilecek en büyük sorumsuzluk ve haksızlıktır.
WEBER’e göre, sosyolojik açıdan, dinlerin belirli sosyal ve tarihsel ortam içinde almış olduğu görünüm yani “yaşanan din” önemlidir. Yaşanan din de bir noktada, kitlelerin o dini algılama ve uygulama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.14 Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir.
Burada yine WEBER’e göre önemli bir nokta var. O da: İnanç boyutu bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyut ile sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de korumaktadır. WEBER, bu düşünce çerçevesi içinde Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasında çok sıkı bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur.
Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Ancak, yakın dönemde bazı gelişmeler, dinle toplum, dinle ekonomik yapı arasında yeni bir ilişkiyi öne çıkarırken mevcut ilişkilerin de yenilenmesini sağlamıştır. Yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, yaşanan büyük göç olgusu ve sosyal devlet olgusunun zayıflaması, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bu nedenler, günümüzde de sosyal gruplaşmaların ve din ekseninde bazı cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmuştur.
Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonrada sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dinî duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır.
Bu gerçeği 1927’de gören ATATÜRK, konuya ilişkin görüşlerini Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
“Daha önce olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor.”15
Burada bir noktayı hatırlamamız gerekir; bilindiği gibi WEBER (Webır), modernitenin düşünürlerinden birisidir. Ona göre modern organizasyon, özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.
Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Anayasanın 24’üncü Maddesinde laiklik, işlevsel olarak en geniş anlamıyla; “Herkes, vicdan dinî anlamına geldiğinin söylenmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin din karşıtı bir kurum olarak gösterilmesi; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e ve O’nun ordusuna karşı yapılabilecek en büyük sorumsuzluk ve haksızlıktır.
WEBER’e göre, sosyolojik açıdan, dinlerin belirli sosyal ve tarihsel ortam içinde almış olduğu görünüm yani “yaşanan din” önemlidir. Yaşanan din de bir noktada, kitlelerin o dini algılama ve uygulama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.14 Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir.
Burada yine WEBER’e göre önemli bir nokta var. O da: İnanç boyutu bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyut ile sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de korumaktadır. WEBER, bu düşünce çerçevesi içinde Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasında çok sıkı bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur.
Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Ancak, yakın dönemde bazı gelişmeler, dinle toplum, dinle ekonomik yapı arasında yeni bir ilişkiyi öne çıkarırken mevcut ilişkilerin de yenilenmesini sağlamıştır. Yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, yaşanan büyük göç olgusu ve sosyal devlet olgusunun zayıflaması, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bu nedenler, günümüzde de sosyal gruplaşmaların ve din ekseninde bazı cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmuştur.
Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonrada sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dinî duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır.
Bu gerçeği 1927’de gören ATATÜRK, konuya ilişkin görüşlerini Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
“Daha önce olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor.”15
Burada bir noktayı hatırlamamız gerekir; bilindiği gibi WEBER (Webır), modernitenin düşünürlerinden birisidir. Ona göre modern organizasyon, özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.
Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Anayasanın 24’üncü Maddesinde laiklik, işlevsel olarak en geniş anlamıyla; “Herkes, vicdan dinî anlamına geldiğinin söylenmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin din karşıtı bir kurum olarak gösterilmesi; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e ve O’nun ordusuna karşı yapılabilecek en büyük sorumsuzluk ve haksızlıktır.
WEBER’e göre, sosyolojik açıdan, dinlerin belirli sosyal ve tarihsel ortam içinde almış olduğu görünüm yani “yaşanan din” önemlidir. Yaşanan din de bir noktada, kitlelerin o dini algılama ve uygulama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.14 Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir.
Burada yine WEBER’e göre önemli bir nokta var. O da: İnanç boyutu bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyut ile sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de korumaktadır. WEBER, bu düşünce çerçevesi içinde Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasında çok sıkı bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur.
Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Ancak, yakın dönemde bazı gelişmeler, dinle toplum, dinle ekonomik yapı arasında yeni bir ilişkiyi öne çıkarırken mevcut ilişkilerin de yenilenmesini sağlamıştır. Yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, yaşanan büyük göç olgusu ve sosyal devlet olgusunun zayıflaması, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bu nedenler, günümüzde de sosyal gruplaşmaların ve din ekseninde bazı cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmuştur.
Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonrada sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dinî duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır.
Bu gerçeği 1927’de gören ATATÜRK, konuya ilişkin görüşlerini Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
“Daha önce olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor.”15
Burada bir noktayı hatırlamamız gerekir; bilindiği gibi WEBER (Webır), modernitenin düşünürlerinden birisidir. Ona göre modern organizasyon, özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.
Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Anayasanın 24’üncü Maddesinde laiklik, işlevsel olarak en geniş anlamıyla; “Herkes, vicdan dinî Burada haklı olarak şu soruları sorabiliriz:
Anayasa’nın 24’üncü Maddesinde açıkça belirtilmesine rağmen; dinin sosyal, ekonomik ve siyasi düzeni kısmen de şekillendirmesi kabul edilebilir mi? Bu kapsamda din eksenli bazı cemaatleri, toplulukları hareketleri, Anayasa’nın 24’üncü Maddesine göre nereye koyacağız?
Önemli olan dinin ve dinî duyguların veya dince kutsal sayılan şeylerin, herhangi bir şekilde herhangi bir amaçla istismarının önlenmesi değil midir?
Dinin araçsal hale getirilmesi, dine yapılabilecek en büyük kötülük değil midir?
Dinsel cemaatlerin siyasal alanda rol alması, modernitenin çok önemli bir özelliğinin aşındığı anlamına gelmez mi?
Modern toplumlarda, kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer almıyor mu?
Toplumu inanan/inanmayan, dindar/dindar olmayan ayrımı yapanlar, diğerlerinin iman ve dinî inançlarını değerlendirmeye kalkarak aslında İslam dinine karşı büyük bir suç işlemiyorlar mı?
Bu çeşit sosyal gruplaşmalar, cemaatleşmeler toplumu ciddi boyutta kutuplaşmalara ve bölünmelere götürmüyor mu? Bu bölünmeler ve kutuplaşmalar ciddi güvenlik sorunlarına ileride dönüşemez mi?
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasamızda açıkça belirtildiği şekilde demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Laik ve demokratik devlet nitelikleri birbirini tamamlamaktadır. Asla birbiri ile çelişkili de değildir. Bu iki nitelik Türkiye’yi dünyada farklı ve güçlü konuma getiren, Türkiye’ye özgün bir karakter kazandıran niteliklerdir. Bu açıdan, Türk toplumunun bütün bireylerinin bu niteliklerin korunmasında, yaşatılmasında ve yıpratılmamasında duyarlı ve sorumlu davranması vatandaşlık görevidir.
Harp Akademilerinin Değerli Mensupları,
Ufku geniş, düşünme becerileri gelişmiş, sorgulayabilen, yaratıcı zekaya sahip, lider ve aynı zamanda yöneticilik niteliklerini kazanmış komutanların yetiştirilmesi, hiç şüphesiz geleceğin inisiyatifimizle şekillendirilmesine büyük katkı sağlayacaktır. Bu nedenle günlük sorunlara, olağan (rutin) işlere takılıp kalmamalısınız. Çünkü, geleceği sizden sonraki kuşakların sorunu olarak görme lüksünüz yok.
Bugün alacağınız kararlar, yapacağınız çalışmalar ve tohumlarını atacağınız projeler, yarınlarımızın şekillenmesine katkı sağlayacaktır. Onun için sizler; bilim ve aklın her çağa uyum sağlayan dinamik yapısı içinde kendinizi sürekli yenilemelisiniz. Bunu yaparken öncelikle Ebedi Başkomutanımız ATATÜRK’ün entelektüel düşünce yapısına, nelerin etki ettiğini iyi incelemelisiniz.
Atatürkçü Düşünce Sistemi, ne yapılmasını anlatan bir ideoloji değildir. Akıla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür.
Görev bilinci gelişmiş bireyler olarak başarısızlıklara mazeret aramadan nedenlerini araştırmalı ve olumsuzlukları giderici tedbirler almalısınız. Görev bilinci yüksek olan birey, görevini iyi bilen, yeterlilik düzeyi yüksek ve bilgi düzeyini sürekli güncel tutan kişidir. Görev bilincine sahip kişiler yüksek verimliliğe, mükemmelliğe ve kaliteye de sahiptirler. Görev bilincinin yaygınlaştırılması maksadıyla, yetkilerinizi astlarınızla paylaşmalı ve onları inisiyatif kullanmaları konusunda da desteklemelisiniz. Bu bilinçle yürüteceğiniz çalışmalar, gelişmelerin takipçisi değil, yönlendiricisi olmak için gücümüze güç katacaktır.
Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır. Geleceğe doğru emin adımlarla yürüyüşümüzün teminatı sizlersiniz. Sizlere emanet edilecek olan vazife bayrağını daha yükseklere çıkararak ülkemiz ve ulusumuz için büyük atılımlara imza atacağınıza büyük bir içtenlikle inanıyorum.
Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,
Ebedi Başkomutanımız ATATÜRK’ün, Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde subaylara hitaben yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, konumumuz gereği üzerimize düşen vazifeyi yerine getirmek adına fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetinde olduğumuzun bilincindeyiz.16
Bu hassas coğrafyada sahip olduğu maddi ve manevi bütün zenginlikleri ile güven ve istikrarı simgeleyen Türkiye, güçlü ve demokratik kurumları, ekonomik gücü ve birbirine güvenen insanları ile çağdaş topluluklar içinde hak ettiği yeri almak zorundadır.
Karada, denizde ve havada görevini başarı ile icra eden, barışı korumak amacıyla dünyanın dört bir yanında şanlı bayrağımızı dalgalandıran, sınırlarımızı bekleyen, İç Güvenlik Harekâtı icra eden; Kara, Deniz, Hava, Jandarma ve Sahil Güvenlik personelini selamlar, görevlerinde üstün başarılar dilerim.
Bugünlere ulaşmamızı sağlayan Ebedi Başkomutanımız ATATÜRK ve kahraman silah arkadaşlarını, bağımsızlık ve bölünmez bütünlüğümüz için hayatlarını feda eden bütün şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi şükranla anar; tarihi boyunca ordusuna büyük özgüven aşılayan ve ona her zaman destek olan Yüce Türk ulusuna şükranlarımı sunarım.
Bu duygu ve düşüncelerle, mazisi şan ve şerefle dolu, gurur kaynağımız Harp Akademilerinin değerli mensuplarına esenlikler ve üstün başarılar diler, bu toplantıya katılan tüm konuklara en derin saygı ve sevgilerimi sunarım
Yorumlar
Yorum yap