91) ATATÜRK DÖNEMİNDE “DOĞU ANADOLU”

Yayin Tarihi 18 Kasım, 2008 
Kategori ATATÜRK

Atatürk Döneminde Doğu Anadolu

(1923-1938)

image0014.gif

Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemine ilişkin bir çok inceleme kaleme alınmış ve yayınlanmıştır. Gene, zaman zaman toplumsal bir huzursuzluk ortamı yaşanan Doğu Anadolu’yu değişik yönleriyle ele alan çalışmalar da bulunmaktadır.

Doğu Anadolu’nun Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki durumunun incelenmesi, hem döneme hem de yöreye ilişkin gerçeklerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Böylece, PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla yeni bir dönemece giren, dış kaynaklı toplumsal huzursuzluk süreci, tarihsel perspektif içerisinde daha iyi irdelenebilecek ve isabetli kararlar almak mümkün olabilecektir.

Çalışmamızda öncelikle Atatürk dönemi Türkiye’sinin genel durumu ortaya konulmakta, bu çerçevede Doğu Anadolu sosyal, siyasal ve ekonomik yönleriyle incelenmekte, Cumhuriyet Hükümetlerinin yörenin kalkındırılmasına yönelik girişimleri örneklerle anlatılmaktadır.

A-Ülkenin Genel Durumu
Anadolu uzun süren savaşların ve nihayet I. Dünya Savaşı ile onu izleyen İstiklal Savaşı’nın ağır tahribatı altında, büyük ölçüde takatten düşmüş durumdaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu izleyen yıllarda dünyada baş gösteren ekonomik buhranlar da ülke kalkınmasına büyük sekte vurmuştu. Bunlara ilaveten Doğu Anadolu Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonrasında Ruslar ve Ermeniler tarafından yakılıp   yıkılmış; harabeye döndürülmüştü. İstiklal Savaşı sonrasında kazanılan bağımsızlık ve imzalanan Lozan Anlaşması’yla da bu bölgede tam bir istikrar sağlanamamıştı. Lozan’da çözüme kavuşturulamayan konular arasında Musul petrolleri konusu, Türkiye-Irak ve Türkiye-Suriye sınırları da vardı. Ayrıca SSCB’nin Doğu Anadolu toprakları üzerindeki iddia ve istekleri de bazen açık, bazen de örtülü biçimde gündemde tutulmaktaydı.

Ekonomik yönden de ülkenin dışa bağımlılıktan kurtulması kolay olmadı. 1924 yılına gelindiğinde Türkiye’deki yabancı sermaye, 94 işletmenin denetimini elinde tutuyordu. Bunların 7’si demiryolu şirketi, 6’sı maden işletmesi, 23’ü banka, 11’i belediyelere ait imtiyazlar, 12’si sınai işletme ve 35’i ticari şirketti. Bunların millileştirilmesi için gereken büyük sermayeler ise henüz bulunmuyordu.

Türkiye Osmanlı döneminde yürürlükte olan ve emperyalist sömürünün dış ticaret açığı yoluyla sürdürülmesi anlamına gelen Serbest Mübadele koşullarını 1929 yılına kadar uzatmak zorunda kalmıştı. Mevcut ekonomik zorlukları aşmak için önemli adımlar atmak ve ciddi kararlar almak zorunda kalındı. Bundan başka toplumsal yapının dönüştürülmesi için gereken inkılâplar da ard arda sıralanıyordu. Bu gelişmeler zaman zaman toplumla hükümet güçlerinin karşı karşıya gelmelerine da neden oluyordu.

Bu arada dünyadaki siyasal ve ekonomik sıkıntılar da ülkedeki çalışmalara sekte vurmaktaydı. Bütün bunlara karşılık ülkenin inanmış yöneticileri ciddi bir kalkınma gayreti içerisine girmişti. Önce en acil olanlardan başlandı. Ülkede en temel konularda bile alınması gereken önemli mesafeler vardı. Osmanlı döneminden devralınan borçlar ve diğer sıkıntılar da çalışmaların hızını kesmekteydi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen birlikte 1933 Sanayi Planı uygulamaya kondu. Dokuma, madencilik, kağıt, seramik ve kimya alanlarını kapsayan bu plan çerçevesinde örneğin dokuma alanında Bakırköy, Nazilli, Kayseri ve Konya – Ereğli fabrikaları öngörülmüştü. İkinci Sanayi Planında ise  stratejik sektörler olarak enerji, petrol, azot, deniz ürünleri ve afyon yer alacaktı.

Bu çerçevede 20 Mayıs 1934’te Kayseri, 20 Ekim 1934’te Ereğli, 25 Ağustos 1935’te Nazilli bez fabrikaları ile 20 Mart 1935’te Türkiye’nin şişe ihtiyacını tamamıyla sağlayacak 150 işçi kapasiteli Paşabahçe Cam fabrikasının temelleri atıldı ve hızla hizmete sokuldu.

Sanayi programları kamuoyunda geniş yankılar buluyor ve hedeflere öngörülenden daha erken ulaşılacağı bile düşünülüyordu. Yapılan işler sık sık değerlendirmeye alınmaktaydı. Böyle bir değerlendirme ortamı CHP’nin 1935’teki Büyük Kurultayında da yaşandı. Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya’nın, bayındırlık işleri hakkında verdiği bilgilere göre 1920 yılında toplam 4082 km. olan demiryolu ağımıza 2642 km. ilave edilmiş, 101 kagir köprü varken 69 adet daha yapılmış, 1930 yılında biri Trabzon-Erzurum diğeri Çanakkale-Balıkesir güzergahı olmak üzere iki büyük yolun yapımına başlanmıştı. Bir de Ankara’nın asfalt yolları yapılmıştı. Çünkü, “burası Merkez-i Hükümet olunca dosta düşmana karşı burayı yükseltmek, bir an evvel imar etmek yeni devletin şerefi iktizasından” görülmekteydi.

Bu arada Devletin yürütmesi gereken ciddi sağlık işleri de bulunmaktaydı. Bugün aklımıza bile gelmeyen kimi hastalıklar salgın halinde idi ve ulusal boyutta ciddi sıkıntılar doğurmaktaydı. Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’ın 1935 Mayısında yaptığı açıklamalara göre sıtma, frengi ve trahomla mücadele önem arz etmekteydi. Sıtma mücadelesinde günün koşullarına göre “en ziyade nüfusu kesif olan ve ekonomik bakımdan önemli bulunan yerler göz önüne alınmış”tı. 1934 yılında sıtmayla mücadele programı yürütülen bölgelerde muayene edilenlerdeki sıtmalı oranı %17’yi aşmaktaydı. Uzun yıllar mücadele gerektiren bir hastalık olduğu için de üç beş yılda sonuç almak mümkün değildi. O yıllarda ancak Ankara gibi yerlerde sıtma ile mücadelenin sonlarına yaklaşılabilmişti. Bakana göre ülkedeki frengi hastalığı zannedildiği kadar değildi ve 1924’teki 213.716 frengiliden 21.372’si tedavi edilmiş, 37.975’i vefat ve saire nedeniyle ayrılmış ve 1935 yılına gelindiğinde elde 154.668 hasta kalmıştı ki bu nüfusun %0.9’una karşılık geliyordu.

Daha çok ülkenin Güney taraflarında görülen trahom konusunda ise o güne kadar Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’ta mücadele sürdürülmüştü. Mücadele bölgelerinde toplam 120 yataklı trahom hastaneleri bulunuyordu ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2215’i tedavi, 4318’i ameliyat edilmişti. Bakan sorulan bir soru üzerine, İstanbul’da 12-16 bin yatağa ihtiyaç bulunduğu halde mevcudun 2820 olduğunu ve doğum için gelen fakir Türk annesini kapıda bırakmamak için Hasekinisa Hastanesinde bir yatakta iki kişi yatırılması emrini bizzat kendisinin verdiğini de ifade etmekteydi. Gene Bakanın verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre Dünya ortalaması 2000 hastaya 1 doktor iken, 1927 itibarıyla bizde bu oran 5516 hastaya 1 doktordu.

24 Ocak 1936’da Ankara’da Endüstri Kongresi toplandı Burada ikinci sanayileşme planının esasları görüşülecekti. Ekonomi Bakanı Celal Bayar’ın burada yaptığı konuşmada ilgi çekici noktalar bulunmaktadır. Bunlardan en temel olanı “Türkiye hammaddeci mi kalmalı, sanayileşmeli’ mi?” tartışmasıdır. Bunun da altında yeterli uzman elemanımızın bulunmadığı, teknolojik birikimin noksanlığı, bireysel girişime pay bırakılmadığı gibi eleştiriler bulunuyordu. Bayar teker teker karşılıklarını verdikten sonra, “Büyük Önderimiz Atatürk ve Başvekil İsmet İnönü, sanayi programımızın biran evvel hazırlanması için intizar etmekte” olduklarını bildiriyordu.

İş Bankası’nın eski ve başarılı umum müdürü Bayar’ın ekonomi politikası Atatürk’ün tasvibini görüyor, ancak İnönü tarafından aynı sempati ile bakılmıyordu. Atatürk’ün “Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük siyasal sorunların çözülmesi için İsmet İnönü’yü tercih ettiği gibi, bu kez ülkenin ekonomik sorunlarının hızla çözülmesi için de Celal Bayar’ı tercih etmesi” 20 Eylül 1937 tarihinde İsmet İnönü’nün “istirahat amaçlı” iznine ve hemen arkasında Celal Bayar’ın Başvekil olmasına giden sürecin temeli görülmektedir.

1930’lann sonlarına doğru, Avrupa Devletleri arasında kamplaşma ve buna bağlı savaş rüzgarları artarken, Ulu Önder Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi’nin açılışındaki nutku, Celal Bayar başkanlığındaki hükümete yeni iktisadi hedefler gösteriyordu. Atatürk bu nutkunda “en kısa yoldan, en  ileri ve en refahlı Türkiye idealine ulaşmak” hedefini vermişti. Bu ivme ile hazırlanan Celal Bayar’ın üç yıllık maden işletme ve dört yıllık sanayileşme planlan, kamuoyunda büyük heyecan uyandırmıştı. Bunlardan sanayileşme planında, Doğu Anadolu’yu doğrudan etkileyecek Trabzon limanı ile Sivas’ta çimento ve Motor fabrikaları, Iğdır pamuklarını işlemek için Erzurum’da iplik fabrikası kurulması da yer almaktaydı. Ayrıca programda öngörülen üç şeker fabrikasından ikisinin Doğu illerinde inşası planlanmıştı.

Gerçekten 1930’lu yılların sonlarına doğru devlet yeni bir kalkınma hamlesi başlatmak, sanayileşme ülküsünü gerçekleştirmek istiyordu. Bu yolda atılan bütün adımlar bizzat Atatürk tarafından izleniyor ve teşvik ediliyordu. Nitekim Mart 1938’de Gemlik suni ipek fabrikasının açılışına katılan Atatürk “Sanayileşme programımızın kağıt üzerinde bir parola olmaktan çıkıp beton bir hakikat şeklinde yükselme abidelerinden birini teşkil eden suni ipek fabrikası milli gururu okşayacak ve milli güveni artıracak bir Türk eseridir” diyerek, ülkenin hissiyatına tercüman olmaktaydı.

Aynı hissiyat yalnız yöneticiler değil kamuoyu tarafından da paylaşılmaktaydı. Sözü edilen Gemlik ve Bursa’daki fabrikaların açılışına ilişkin duygu ve düşüncelerini kaleme alan dönemin önemli yazarlarından birisinin “…Hakikatte orada açılan bir fabrikanın kapısı değil, Türk milletini hakiki kurtuluş alemlerine yükselten yepyeni, kocaman bir ufuktur” biçimindeki sözleri bu durumu ortaya koymaktadır.

Bütün bu gelişmelere rağmen genç Türkiye Cumhuriyeti işin başında sayılırdı. Örneğin sevinilen şeyler arasında bu günün perspektifinden bakıldığında oldukça ‘mütevazı’ sayılabilecek konular bulunmaktaydı. Ayrıca bunca çabaya karşın ihracatın neredeyse tamamına yakını toprak ürünleriydi. Bu açıdan ele alınırsa, temel konularını henüz rayına oturtma gayreti içerisinde bulunan yönetimin, geri kalmış yöreleri özellikle sınai yönden kalkındırmaya yönelik çalışmalarına, ülke ekonomisinin de pek elvermeyeceği ortadadır. Buna karşın bu sıkıntılı dönemde bile, ülkenin topyekün kalkınmasına yönelik çabalara şahit olunmaktadır. Örneğin aynı tarihlerde Erzurum’da kurulacak iplik fabrikası için gerekli elektrik enerjisinin Tortum şelalesinden elde edilmesi için mühendisler grubuna incelemeler yaptırılmakta ve buradan elde edilecek enerjiyle “bütün Doğu’nun, bilhassa Erzurum’un mühim bir sanayi merkezi olması kabiliyetini kazanacağı” şevkle anlatılmaktaydı. Ancak bu noktaya da kolay gelinmemişti. Aşağıda bunun nedenlerini ve konunun gelişim sürecini ele alacağız.

B-Doğu Anadolu’nun Durumu
Cumhuriyet’in devraldığı miras içerisinde Doğu Anadolu Bölgesi, ülke ortalamasının altında bir sosyal ve ekonomik gelişmişlik düzeyinde idi. Ermeni mezalimi, Rus işgali ve dış tahrikli ayaklanmalar gibi nedenlerle pek çok yönden yıpranan yörenin imarı, Türkiye Cumhuriyeti’ne kalmıştı. Cumhuriyet Hükümetleri’nin, yurdun tamamında olduğu gibi, Doğu Anadolu’da da ciddi gayretlerin içerisine girdiklerine şüphe yoktur. Ancak elde olmayan nedenlerden kaynaklanan bir takım engeller bulunmaktaydı: Bölge üzerinde özellikle SSCB’nin mütecaviz istekleri, uluslararası ölçekteki ekonomik bunalımlar ve ilk Cumhuriyet hükümetlerinin içinde bulundukları iktisadi zorlukların yanında Doğu Anadolu Bölgesi’nin kendine özgü durumları da yörenin kalkınmasına doğrudan etki yapacak nitelikteydi.

1. Asayiş Sorunları

Genç Türkiye Cumhuriyeti mevcut ekonomik zorlukları aşmak için önemli adımlar atmak ve ciddi kararlar almak zorunda kalmaktan başka, toplumsal yapının dönüştürülmesi için gereken inkılâpları da da ard arda sıralıyordu. Bu gelişmeler zaman zaman toplumla hükümet güçlerinin karşı karşıya gelmelerine de neden oluyordu.

İnkılaplara Anadolu’dan gösterilen tepkilerin ilki 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kabulü ile Erzurum’dan geldi. Doğu’da mevcut sosyal sistemin yıkılacağından korkan aşiret reisleri, emperyalistlerin de kışkırtması ile devlet güçlerini ta 1935-1940’lara kadar uğraştıracak bölgesel direnişler başlattılar.
Cumhuriyetten sonra merkezi otoriteye karşı girişilen isyanlarda, geniş ölçüde dini sloganlar kullanılmıştır. Fakat bu dini sloganların arkasında emperyalizmin siyasal ve ekonomik çıkarlarını görmek gayet kolaydır. Bu bakımdan 1925’te Şeyh Said’e, Genç’te silahların patlamasından 3-5 gün sonra İngiliz silah fabrikalarının kataloglarının gelmesi çok anlamlı ve üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır.

Aslında bölgede XIX. yüzyılın başından itibaren birtakım ayaklanmalar görülmüş ve bunda Batılı misyonerlerin faaliyetleri başlıca rolü oynamıştır. Bu ayaklanmalarda, önce Nasturiler sonra Ermeniler kullanılmış ve nihayet Kürtçülük akımı, emperyalizmin bölgedeki emellerine ulaşmak için bulduğu son malzeme olarak sürekli gündemde tutulmuştur. Stratejik ve psikolojik nedenlerin yanı sıra ekonomik yönleri  de bulunan ve tarihi 1815 Viyana Kongresi’ne kadar uzanan Doğu Sorunu, Osmanlı Devleti’nin Almanlarla yakınlaşıp 1900 yılında Bağdat Demiryolu’nun yapımı için anlaşmasıyla siyasal açıdan daha değişik boyutlar kazanmış; bir yandan Araplar Türklere karşı kışkırtılıp, Devletin Türk ve Müslüman unsurları arasındaki birlik parçalanmak istenirken, öte yandan Doğu Anadolu’da Ermeniler sürekli tahrik edilmişlerdir. Ayrıca Kürtler de kışkırtılmaktaydı. Böylece Osmanlı Devleti parçalanırken Doğu Anadolu da Balkanlaştırılmış olacaktı.

Nitekim, bu maksada yönelik tahrikler sonucu bölgede isyanlar çıkmıştır. 1914-1918 yılları arasında Ermeniler Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Bitlis ve Van’da isyanlar çıkarmışlar ve büyük ölçüde Hamidiye Alaylarına süvari veren bu yöre halkına mezalimde bulunmuşlardı. Bu isyanların geliştiği  saha daha sonra, Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait isyanı ve onu izleyen ayaklanmaların da gerçekleştiği bölge olacaktır. Çünkü mütareke  yıllarına kadar, başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar tarafından “Hıristiyan oldukları için kendilerini ellerinden tutmaya zorunlu hissettikleri Ermenileri katleden, vahşi bir topluluk” olarak görülen Kürtler bu tarihten sonra sahiplenilmiş gibi gösterilerek, “Şark Meselesi”ne yeni bir boyut getirilmiştir.

Bölgede bir Kürt sorununun suni olarak doğurtulduğu, bilinçli bir şekilde büyütülüp emperyalist emeller doğrultusunda kullanıldığı ise özellikle İngiliz belgelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bir İngiliz belgesindeki “Kürt milliyetçiliğinin İngiliz politikasının çocuğu olduğu” yolundaki ifade bu yargıyı hiçbir şüpheye yer vermeyecek bir biçimde doğrulamaktadır. İngiltere, Doğu Anadolu’daki gelişmeleri titiz bir biçimde incelemeye ve izlemeye devam ederek Türkiye ve Ortadoğu üzerindeki emellerini bölücülük yoluyla gerçekleştirmenin mümkün olacağını, en azından Kürt sorunu ile Türkiye’yi meşgul edebileceğini düşünmekteydi. Nitekim, Şeyh Sait isyanının Türkiye’yi gerek içeride ve gerekse dışarıda ne kadar hassas bir dönemde meşgul ettiği ve nelere mal olduğu meydandadır.

Bütün bu ayaklanmalar sosyo-ekonomik temelleri, dış ülkelerle bağlantıları ve sonuçları bakımından ele alınıp ayrı ayrı incelenmeye muhtaçtır. Ayrıca yöre için kapsamlı ve devamlılık arz eden politikaların bulunmadığı yolunda değişik iddia ve eleştiriler de söz konusudur. Şurası bir gerçek ki bu isyanlar, ülkenin ve özellikle bölgenin ekonomik yönden gelişmesinde önemli bir engel olmuştur. Ülkenin genel siyasetine bile zaman zaman etki eden bölge kaynaklı isyan ve direnişlerin, uzun süre merkezi hükümetin birinci sorunu olduğu ve zaten imkanları oldukça kısıtlı olan Cumhuriyet Hükümetlerinin bölgeye iktisadi yatırımları yeterince yapamadıkları biçiminde bir görüş de vardır. Ancak böyle bir teze de, ihtiyatla yaklaşmak gereklidir. Çünkü, asayiş sorunu olan bir yere iktisadi yatırım yapmanın güçlüğü kaçınılmaz olmakla birlikte, tek başına konuyu açıklamaya da yetmemektedir. Bunun en açık kanıtı, aynı  dönemde ülkenin diğer bölgelerinde asayiş problemi yaşanmamasına karşın, aralarında Doğu illeri ortalamalarının altında kamu harcaması almış olan yörelerin var olmasıdır. Öyleyse durumu, ülkenin genel iktisadi koşulları ve yaklaşımları ile açıklamak daha doğru olacaktır.

Öte yandan yöredeki isyan hareketleri, ülke ekonomisine de ciddi yükler getirmiştir. Yörenin asayişini sağlamak ve bayındırlık hizmetleri götürmek  için, özel ve olağanüstü ödenekler uzun yıllar bölgeye tahsis edilmiş, hatta Tunceli adında yeni bir il bile kurulmuştur. Bu ilin kurulmasına ilişkin yasa teklifi, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “…Cumhuriyet devri  memleketin esaslı ihtiyaçlarını temin ederek asıl hastalığı tedavi etmek şiarı olduğu için, burada da medeni usullerle bir tedbir düşünüldü. Ve bu program ile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini gözetti” diyerek Meclise sunulmuştu. Bu gelişme kamuoyunda da yankı bulmuştu. Bir yazara göre “…İmparatorluk isyan bekler ve kan dökerdi. Biz isyan an’anesini ve şartlarını ortadan kaldıracağız. Dün Kamutayda alınan tedbirlerin maksadı ve ruhu bundan ibarettir” denilmekteydi.

2. Coğrafî Yapıdan Kaynaklanan Zorluklar

Bölgenin coğrafi yapısı, da başta bayındırlık olmak üzere buralarda yapılacak işleri hem zorlaştırıyor, hem de pahalılaştırıyordu. Bölgeyle ilgili olarak hazırlanan raporlarda, tabiat şartlarının çok çetin olduğundan, kışın sekiz ay hüküm sürdüğünden, Ankara’dan gönderilen postanın bir aydan önce buralara ulaşamadığından, 40-50 yıldan beri yol yapılmayan yörede yolları hayvanla kat’ etmek gerektiğinden söz ediliyordu.

Özellikle kara ve demiryolu yapımlarında coğrafi koşullar önem kazanmaktaydı. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki teknolojik yetersizliklerle birleşince durumun nezaketi belirginleşmektedir. Nitekim 1938 yılında Erzurum-Sivas demiryolunun Kemah’a ulaşması, adeta bir bayram coşkusuyla kutlanmış, medyada geniş yankı bulmuştu.

Doğu Anadolu’nun çetin coğrafyası, yörenin özellikle bayındırlık hizmetlerinden yeterince yararlanamaması ile doğrudan ilgilidir. Örneğin inşaat mevsimi ülkenin kimi yörelerinde on bir aya kadar çıkarken, Doğu Anadolu’nun belli kesimlerinde üç aya kadar düşebilmektedir. Buna, bazı iç ve dış gelişmeler nedeniyle uygulanan kalkınma planlarının tam olarak hedeflerine ulaştırılamamaları da eklenince doğu illerine yapılan hizmetler beklenilen sonucu sağlamada yeterli olamamıştır. Örnek vermek gerekirse 1924-1928 yılları arasında iki bin km demiryolu hattı yapımı programlanmış ancak 1929 yılına kadar bu programın yarısı gerçekleştirilmişti. Ankara-Sivas-Samsun demiryolu hattı bu dönemde yapıldı. 1932 yılından evvel il dahilinde Diyarbakır-Mardin hududu, Diyarbakır-Osmaniye, Silvan-Bitlis hududu yollarından başka yollarda şose mevcut değildi. Bozuk olan Osmaniye-Elazığ, Diyarbakır-Urfa, Diyarbakır-Silvan, Lice-Çermik yolları tamir edildi. Diyarbakır ile Mardin, Elazığ, Urfa, Bitlis, Muş, Siirt ve Genç bağlantıları ile, Hani-Lice-Osmaniye-Çermik yolları inşa edildi. Ancak ekonomiye canlılık katacak yol yapımı çalışmaları istenen seviyeye ulaştırılamadı.

3. Toplumsal Yapıdan Kaynaklanan Durumlar

Bölgede kamu hizmetlerinin yeterli düzeye daha doğrusu arzulanan sonuçlara ulaşamamasının önemli bir nedeni de sosyo-kültürel yapı özelliklerinin yeterince hesaba katılmamış olmasıdır. Bilindiği üzere bu özellikler, iktisadi kalkınma için birer veridir. Bu faktörler göz önünde tutulmadan herhangi bir bölgenin kalkındırılması çabaları, ülkeyi ağır bir mali yük altına sokmaktan öteye geçemez. Doğu Anadolu’daki sosyal yapının feodal karakter taşıdığı, halkın hakim zümrelere bağımlılığının yalnız ekonomik ilişkilerle sınırlı bulunmayıp dini, aşiret dayanışması gibi nedenlerin de bağımlılıkta önemli rol oynadığı, Doğulu toprak ağalarının şıhlık, beylik gibi sıfatlarla da konumlarını pekiştirdikleri genellikle vurgulanan durumlardır.

S. Yerasimos’a göre Doğu Anadolu’nun toprak düzeni, bölgedeki ekonomik ve sosyal ilişkileri aynen yansıtmaktaydı ve bu bölgedeki toprak dağılımı, ülke ortalamalarına göre daha eşitsizdi. Ekonomisi geniş ölçüde hayvancılığa dayanan bölgede, çiftçi ailelerinin %38’i topraksızdı. Bu oran Batı illerinde %20-30 dolaylarında iken Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Mardin gibi kimi Doğu illerinde %45’e varmaktaydı.

Doğu Anadolu Bölgesi’nde ağaların varlığı ve etkinliğini ortaya koyması bakımından Başbakan İsmet İnönü’nün 1935 yılında Karadeniz Bölgesi’yle birlikte Doğu Anadolu’yu da kapsayan inceleme gezisinin ardından Cumhurbaşkanı Atatürk ve Bakanlar Kurulu’na sunduğu raporda geçen cümleler önemlidir. “…Memur ve subayların evleri yapılmış, icabında konulup kaldırılmak üzere özel adliye rejimi, hudut teşkilatı, bitirilmiş ve yeterli yollar vasıtasıyla halkın içine girmek Mutki ve Sason gibi bütün Siirt vilayetinde önemli bir iştir. Şimdiki halde halk daha çok ağaların elindedir…”  Bu ağalar, saygın bir sosyal statünün yanında başta toprak olmak üzere geniş ekonomik olanaklara da sahiptiler.

Bölgenin sosyo-kültürel yapı özelliklerinin yeterince hesaba katılamamasının bir başka boyutu yöredeki idarecilerin yaklaşımlarında gizlidir. “Memurlarınca uygulanan kültür olgu ve siyasetinin bölgede, Batı hayat tarzının kabul ettirilmeye çalışılmasından başka bir şey olmadığı, bu nedenle bölge halkı ile devletin büyük masraflar yaparak yörede iskana çalıştığı göçmenler arasında da sosyal dayanışma sağlanamadığı ve uzun yıllar hükümetlerce destek verilmesine karşın onların başka bölgelere göç etmesinin önlenemediği, bu tip uygulamaların bölge halkından bazılarının yıllarca yeni kimlik aramalarına bahane olduğu” yolunda ileriki yıllarda yöneltilecek eleştiriler bölgede yapılmak istenen olumlu hamlelerin amacına tam anlamıyla neden ulaşamadığını da bir yönüyle aydınlatmaktadır. Bunlara bir de kamu görevlilerinin, aslında her yerde görülebilen türden uygulama noksanlıkları da eklenince, genel hassasiyet istenmeyen boyutlar kazanabilmiştir. Bunun örnek kanıtlarını gene Başbakan İsmet İnönü’nün 1935 yılında çıktığı Doğu Anadolu gezisi sonrası hazırladığı raporda bulabiliyoruz. Başbakan’ın raporunda Bulanık (Muş) ilçesi ile ilgili olarak “…halk düşkün, feryatlı, henüz araziler mal olmamış. Çayırlıklar fena taksim edilmiş, şikayet ederler…” biçiminde dile getirdiği gerçekler, sözünü ettiğimiz durumlara en yetkili ağızdan yapılmış birer saptama niteliğindedir.

C- Doğu Anadolu’yu Kalkındırma Gayretleri

Cumhuriyet döneminin genel kalkınma hamlesi ile birlikte, Doğu Anadolu’da da Devletin büyük bir kalkındırma sürecine girdiğine şüphe yoktur. Bütün olumsuzluklara karşın yörede, bu yönde ciddi adımlar atılmıştır. Bu süreçte, ülkenin öteki yörelerinden buraya devamlı bir kaynak aktarımı da söz konusudur. Bütün bu gayretler sonucu, Doğu Anadolu Bölgesi de belli bir kalkınmışlık düzeyine ulaştırılabilmiştir.

Yürütülen çalışmalar hem merkezi hükümet, hem de onun taşradaki temsilcisi olan Vali ile belediyelerin gayretleri biçiminde kendini göstermekteydi. Örneğin yurdun ve bu arada Doğu Anadolu’nun “çelik ağlarla örülmesi” faaliyetleri, merkezi otoritenin planlanmış çalışmalarıyla yürütülüyordu. Doğu Anadolu’nun çetin coğrafyasında ilerleyen  demiryolu çalışmaları, kamuoyunda da geniş ilgi görüyor, ilerlemeler kilometre kilometre izleniyordu. Bu demiryollarının askeri amaçlara hizmet ettiği yolundaki bazı dış yorumlara karşı kamuoyunun inancı ise, yapılanların ulusal ekonomiyi kurmaya yönelik olduğu, ancak bunun için de, Türkiye’nin “her şeyden önce sınırlarından taşan emperyalist akınlara karşı koymak zaruretinde” bulunduğu biçimindeydi.

Daha yerel ölçekli işler ise Valilikler ve Belediyeler eliyle görülmeye çalışılıyordu. Örneğin Siirt içerisindeki yol inşaatı, program dahilinde  yürütülerek 1934’te şehirde yedi yeni cadde açılmış ve 21.384 metre yeni kaldırım yapılmıştı. Maraş Belediyesi ise 1935 bütçesine kanalizasyon ve kaldırım tahsisatı koyuyor, kentin en önemli sıkıntısı olan Kanlıdere’nin kapatılmasını, mezarlık ve pazar yeri ile elektrik tesisatının yapımını programına alıyordu. Doğu illerimizin önemli gereksinimlerinden olan yakacak konusunun halli için Vali ve Türkofısi işbirliğine gidiyor, Olti Balkaya kömür madenlerini işletmek için 200.000 TL. sermayeli bir anonim şirket kuruluyordu.

Günlük yaşamı kolaylaştıracak ve sosyo-ekonomik faydaları beklenen küçüklü büyüklü yatırımlar olanaklar ölçüsünde sürdürülüyordu. 1935 mayısında Urfa, Gazi Ayıntab ve Fevzipaşa arasındaki Birecik’te, Fırat üzerinde 12 metre uzunluk ve 5 metre genişliğinde tel üzerinde makara ile işleyen dubalar ısmarlanıyor, bununla mal taşımasının daha kolay ve ucuz olması amaçlanıyordu. Gene aynı yerde üç katlı bir İlçebaylık, yani Kaymakamlık evi de yaptırılmıştı.

Yapılan çalışmalar yalnız bayındırlık alanında değil sağlık ve eğitim başta olmak üzere diğer konularda da sürmekteydi. Örnek olarak Erzurum’da, 1936 yılında kız sanat okulu açılmış; 1938 yılında 900.000 TL.lık bir imar hareketine girişilerek ilçeler dahil 30 ilkokul, sinema şehir elektriği vs. yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl Ilıca nahiyesinde de posta ve telgraf merkezleri açılmış, 14 derslikli ilkokul binası ihale edilmiş, gazino ve lokantası olan bir otel de planlamaya alınmıştı. Gene kültür konusu, nasıl ki ülke genelinde en temel işlerden sayılmış ise Doğu Anadolu’da da aynı yaklaşımın paralelinde çalışmalara rastlamaktayız. Bu bağlamda örneğin 8 Ağustos 1938’de Doğu Kültür Kongresi Erzurum’da açılmıştı.

Yöreye yalnızca yurdun bir parçası olarak değil; Kurtuluş Savaşı’na coğrafi başlangıç yeri olmasından dolayı, belki tarihi bir sorumluluk hissi, bir tür nostalji ile de yaklaşılıyordu. Çünkü “…en müşkül dakikada şarktan yeni ve umulmaz bir ümit yıldızı doğmuştu…” Bu “romantik” sayılabilecek yaklaşım içerisinde yöreye yapılan harcamaların maliyet analizleri genellikle göz ardı edilmiş ve bu, çoğunlukla bilinçli bir tercih olarak ortaya konmuştur. Örneğin Nisan 1935’te Van Gölü İşletme İdaresinin bütçesi hakkında Meclis’te yapılan görüşmeler sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şöyle diyordu: “…Cumhuriyet Şeyh Sait vakasından ve onu takip eden hadiselerden sonra icap eden inzibat tedbirlerini tamamıyla aldı. Onu müteakip de oranın ümranını gözetti. Bu muntazam bir program halinde devam edecektir ve etmesi de lazımdır. Van Gölü İşletmesi Vapurları Van Gölü sahillerinin ve havalisinin birebir irtibat vasıtalarıdır. İki köy arasında, iki şehir arasında Devlet şosesini yaparken nasıl onun gelirini değil memleketin inkişafını gözetirse, Van Gölü’nün işletilmesinde kullanılan vapur ve sair vesaiti nakliye müteharrik bir köprü, bir şose telakki edilmelidir. Bu bir amme hizmetidir. Bir irat membaı değildir. Ve uzun yıllar böyle devam edecektir

Bu yaklaşımın başka örneklerine de sıkça rastlamak mümkündür. Nitekim, makine aksamı 18 Şubat 1938’de Almanlara ihale edilen Sivas çimento fabrikasının yapılış nedeni “şark vilayetlerimizle Orta Anadolu’da daha ucuza çimento satışını temin etmek” olarak kayıtlara geçecek; aynı yılın başlarında bizzat Başbakanın ağzından “..tetkikatımız bizi rantabl olmasa dahi mühim bir zarara sokmayacak neticeye götürürse, şartları müsait olan mıntıkalarında şeker fabrikaları kurmak karar ve azminde” olunduğu ifade edilecekti.

Sonuç
Doğu Anadolu’daki yatırımları “
bir irat membaı değil, bir amme hizmeti” olarak gören anlayış, ileriki yıllarda da devam edecek; Cumhuriyet Döneminde, toplumsal ve ekonomik kalkınmaya yönelik olarak Doğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan yatırımların hemen hemen tamamına yakını devlet eliyle gerçekleştirilecektir.

Doğu Anadolu’daki çetin coğrafya yatırımların maliyetini, hızını, nitelik ve niceliğini olumsuz biçimde etkilemiş, toplumsal yapıdan kaynaklanan sıkıntıların, dış odakların emperyalist girişimleri ile kaşınması da önemli bir sorun oluşturmuştur. Bütün olumsuz koşullara rağmen Türkiye Cumhuriyeti, yurdun her köşesine olduğu gibi Doğu Anadolu’ya da günün koşulları ve Devletin olanakları ölçüsünde el atmış, yöreyi kalkındırmak için ciddi gayretler göstermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Doğu Anadolu’da yaptığı yatırımlara karşılık buraların genel ekonomiye katkıları oldukça düşük düzeylerde kalacaktır. Bu durum artık bilimsel çalışmalarla açıkça ortaya konulmuştur. Şurası kesindir ki Büyük Önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, yurdu daima bir bütün olarak kucaklamıştır. Onun için tarihinin her dönemi, Cumhuriyeti kuran iradenin yüceliğini gösteren örneklerle doludur 

Doç. Dr. Sait AŞGIN
(ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 50, Cilt: XVII, Temmuz 2001)

 

Paylaş:

Yorumlar

“91) ATATÜRK DÖNEMİNDE “DOĞU ANADOLU”” yazisina 2 Yorum yapilmis

  1. Ertuğrul Kapusuzoğlu yorum tarihi 18 Kasım, 2008 11:25

    O, Allahın Türk milletine bir lütfu.
    Bir insan, sıfatı kabiliyeti ne olursa olsan tek başına yaptığı araştırmalarla ona yetişemez.
    Evet, onu artık tanıyorum dediğimin her seferinde, bilmediğim bir yönünü, yanını dostların araştırmalarından okuyorum.
    Bu da böyle bir yazı.
    Epey zamandır, tamam, onun her şeyini öğrendim demiyorum.
    Hatta bildiklerimin ummandan bir damla olduğu da gün gibi ortada.
    Yıllar var ki gizi bir el yahut eller, onu halktan uzaklaştırmak, onu halka tanıtmamak için ellerinden ne gerekiyorsa yapmışlar yapıyorlar.
    Küçük bir hatırlatma…
    Muş ve Bitlis’i Rus işgalinden hem de büyük savaşla Atatürk’ün kurtardığını, Muş ve Bitlisliler biliyor mu merak içindeyim.
    Mustafa Kemal Paşa, Türk halkıyla ilk defa VI. Ordu Kumandanı olarak karargahını kurduğu Diyarbakır’da tanışmıştır.
    Bütün bunları bir çırpıda öğrenmek mümkün değildir; fakat bunun bir yolu da vardır.
    Hem de kolay bir yolu.
    Sitemizde; Sayın Yılmaz Karahan’ın tanıtımını yaptığı “Küçük Anılarda Büyük Sırlar” romanını okumak.
    Tavsiye ederim.

  2. Dr.Turhan Akgün yorum tarihi 18 Kasım, 2008 16:43

    MUHTEREM ARKADAŞIM BİR DOĞULU BİTLİSLİ OLARAK TÜM BİTLİS VE MUŞ HALKI BÜYÜK ATATÜRKÜN HİZMETLERİNİ HİÇ BİR ZAMAN UNUTMAMIŞLAR VE ONUN HEYKELLERİ İLE ŞEHİRLERİMİZİ GÜZELLEŞTİRMİŞLERDİR .ATATÜRK BİZLER İÇİN TÜM TÜRKİYE İÇİN ASIRLARIN UZUN ZAMANI İÇİNDE ALLAH TARAFINDAN BİZLERE VERİLMİŞ VE YARATILMIŞ EN ÜYÜK BİR HEDİYEDİR NUR İÇİNDE YATSIN DAİMA KALBİMİZDEDİR

Yorum yap