629) MEHMET AKİF NASRULLAH KÜRSÜSÜNDE-3
Yayin Tarihi 19 Eylül, 2012
Kategori TÜRK DÜNYASI
Mehmet Akif Nasrullah Kürsüsünde
Ey cemaati Müslimin!
Frenkçe bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: Bizim bilerek, bilmeyerek keyfi yahut mecbur kalarak ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan ecnebi uyruğundan biri ne yaparsa yapsın hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra da sefaretine teslim edilmeli. Bundan dolayı ecnebiler, bu savaştan evvel bizim içimizde alikıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler; ötekinin, berikinin emlak ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz, bu imtiyazatı harbin başlangıcında kaldırmıştık. Şimdi barış şartlarını, kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek biliyor musunuz? Avrupa devletleri uyruğuna ait olan o imtiyazlar, şimdi Rumlara, Ermenilere, Yahudilere de verilecek. Bunun ne demek olduğunu bunaklar bile anlar.
Gelelim hu imtiyazların iktisadi kısmına:
Ecnebi uyruğu kazanç vergisi, belediye vesaire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı ecnebilerle içimizdeki gayrimüslimler toplayacak!
Ya gümrükler mes’elesi…
O da bir afet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu biraz izah edelim. Evvela ziraatımızı ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, .Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, trenleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Bundan dolayı bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu’dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşılık ne çare olabilir? Evet. Çare hariçten gelecek, Ekin vesair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını, Anadolu’dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından anlaşmayı kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir.
Gelelim Sanayiye:
Bilirsiniz ki memleketimizde birçok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Mesela bir dokuma fabrikası yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak Avrupa’nın, .Amerika’nın fabrikaları ile başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayimiz de, onların sanayii derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulât üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz, hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki, kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardır. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de birçok menfaat temin ediyordu. Hâlbuki ecnebi fabrikaları ile rekabet edemediğimizden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatını, sanayiini ileri götüremez. Ticaretini de gayrimüslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki, sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz.
Şimdi bir mühim mes’ele var. Onu tetkik edelim:
Neden İngilizler bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar. Evet, Bunlar, Birinci. Dünya Savaşının başlangıcında: “Biz bütün milletlerin istiklali için harb ediyoruz! ” tekerlemesini devamlı tekrar edip durdukları için, mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyonlarca Müslüman’a da istiklal sevdası geldi. Mısır’da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Gerçi İngiliz, bu isyanları kendisine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lakin bunların bir daha başkaldıramamaları için dünyada hiç bir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdır. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükümet kalmıştı ki biri biz idik. Diğeri İran idi. Biliyorsunuz ki, İran İslam hükümetinin icabına baktılar. İngiliz himayesini lanet halkası gibi Acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.
Ey cemaati Müslimin!
İngiliz’in asıl düşmanlığı bizedir. Çünkü biz asırlardan beri hilafeti elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri İslam Âleminin başında olarak ehlisaliple çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selametlerini kurtuluşlarını, yıllardan beri özledikleri istiklallerini bizden bekliyorlar. “Yüzlerce milyon Müslümana nispetle bizim bir avuç kadar olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır?” Demeyiniz. İyi biliniz ki, bu bir avuç halkın bütün İslam Âleminde pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır. Bütün Müslümanlar bilirler ki, Allah korusun, Osmanlı saltanatının, İslam hilafetinin devrilmesi bütün cihan imanı sarsacaktır. Bütün Müslüman Yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır. Mütarekeyi, müteakip Mısır’da, Hind’de, hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak’ta, Suriye’de zuhur eden ihtilaller, isyanlar, ayaklanmalar gösteriyor ki, biz Osmanlı Müslümanları öyle İslam Âleminin ve dolayısıyla düşmanlarımızın kayıtsız kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten İngilizler, bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Amma diyeceksiniz ki;
— Bugün bütün dünyaya hâkim olan İngiltere’nin büyük gücü karşısında, bizim ne ehemmiyetimiz olur ki? Herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler. Yanılıyorsunuz. İş öyle değil, Avrupalılar yalnız, bu günü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler. Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde, kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler? Görüyorsunuz. Bundan dolayı velev bir kaç vilayetten ibaret, bir Anadolu hükümetinin kalmasına bile kendi istekleriyle, yani mecbur kalmadıkça kabil değil razı olamazlar.
— Pek ala! Ne yapabiliriz? Uzun zamanlardan beri devam eden dâhili, harici muharebeler, bilhassa Balkan Muharebesi ile şu 1. Dünya Savaşı, bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir, şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Barış şartlarını çare yok ki kabul edeceğiz. Bu, tıpkı silahsız bir adamın dağ başında silahlı haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek… .
Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o silahlı haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvip ederdik; Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:
— Boynunu uzat! Kafanı devir! Diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez. İster istemez dişi ile tırnağı ile uğraşır, çabalar, nefsini, imkânın son derecesine kadar savunmaya bakar.
Ey cemaati Müslimin!
İşte bugün, bizden istedikleri ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.
Bir de o silahlı olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan hayatın müdafaası vazifesinde biraz daha sebat edecek olursak, emin olunuz ki, cehennem olup gidecekler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim: Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş tehlike var: Biri onların kendi deyimleriyle İslam tehlikesi, diğeri Bolşevik tehlikesi! İslam tehlikesini herifler çoktan beri hesaba almışlardı da ona göre ellerinden gelen tedbiri uygulamaktan geri durmamışlardı. Lakin altı, yedi seneden beri devam eden bu harb birçok hesapları alt-üst etti. Birçok tahminler yanlış çıktı. Bugün İngilizler artık, sömürgelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. İnsanlığın gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hâkim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl, olur? En son icad olunmuş silahlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini gerçekten öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların, kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaatlerin hiç birinin aslı, faslı olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat yüzü görmek nasip olamayacağını iyice yakından öğrendiler. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya, hiç o bildiğimiz halde bulunmuyor. Bütün doğuda, bilhassa Müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut, Asya’nın kuzey kısmında yaşayan dindaşlarımız kâmilen denilecek derecede silahlı. Gerisi de bir taraftan silahlanıyor. Fikirler gittikçe değişiyor. İstiklal sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bütün bu hareketler İslam tehlikesi namı altında toplanarak düşmanlarımızı tir tir titretiyor.
İkinci tehlikeye gelince: Bolşeviklik denilen bu hareket Avrupanın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silahtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket, bugün Rusya’da yanardağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır; oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa ne kadar çabalasa zaten böyle bir yangın için Avrupa’nın her tarafında uygun ortam vardı, hazırlılık vardı.
Sermaye sahipleri ile amele arasındaki gerginlik son senelerde, bilhassa bu savaş esnasında son dereceyi, bulmuştu. Ruslar önayak olarak mevcut çarlığı, asilzadelerin bitmez, tükenmez imtiyazlarını, servetlerini, zenginliklerini, yerle bir edince, Avrupa’daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki: Bu harb, bu yedi seneden beri devam eden afet kırk, elli milyon insanın doğrudan doğruya savaş meydanlarında ölümüne sebep oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların arkasından kimsesiz, perişan bir halde bıraktı. Manevi bir ölüme mahkûm etti.
Neticede ne oldu? Bir kaç zalim hükümetin istibdadını artırdı. Milyonlarca servet sahibi bir kaç vurguncunun kasalarını, hazinelerini doldurdu. Fakir tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlak namına, hayâ namına, ırz namına, haysiyet namına, insaf namına, bir şey bırakmadı. Hepsini sildi, süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı. İnsanlık âlemi her türlü insani duygulardan sıyrılarak yırtıcı hayvanlar seviyesine indi. O halde biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber barış anlaşması diye ortaya atılan saçmalıklar bundan böyle milletlere asla rahat, huzur temin etmeyecektir. Bilakis bunların aralarındaki anlaşmazlıkları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleyecektir. Artık insanlık buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri büsbütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilatı, bu esasları yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır.
İşte heriflerin düşünceleri aşağı yukarı bu merkezdedir. Zaten batının akıllıları, bilginleri çoktan beri böyle bir akıbetin meydana çıkmasını, bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görülen şimdiki medeniyetin, içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde paldır küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa o da Batı Medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel, yerle, bir olmasını temenniden ibarettir.
Ey cemaati Müslimin!
Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, bilgi düşmanı, yenilik düşmanı olduğumu zannetmeyiniz. Benim, bütün insanlar hesabına, bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manasıyla pak, yüksek, namuslu, vakarlı bir medeniyettir, yani faziletli bir medeniyettir. Batı Medeniyeti, maddiyatındaki ilerlemesini maneviyat sahasında kat’iyyen gösteremedi. Aksine o yönü, büsbütün ihmal etti. Hayır, ihmal etmedi; bile bile ayaklar altına aldı. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki, bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını düzeltmişlerdir.
Ah! Siz, o düşmanın elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Hindistan’ı ele alalım: Hangi şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri İngilizlere, diğeri Hindlilere aittir. Hiçbir Hintli için İngilizlerin cemiyetine girebilmek mümkün değildir. Bir Hindli için İngilizlerin cemiyetine girebilmek mümkün değildir. Bir Hindli temiz giyinmek istese vergi vermeye mecbur tutulur. Trenlere binseniz görürsünüz ki. Hintliler için ayrı vagonlar vardır. Hastaneler gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yatmaya mecburdur.
İngilizlere:
— Niçin bu biçarelere, insan muamelesi etmiyorsunuz? Diye soranlara:
— Maymunlar adam olur, Hindliler adam olmaz! Cevabını verirler. Bir İngiliz, Hindliyi istediği gibi döver; ceza lazım gelmez. Şayet öldürürse pek hafif bir para cezası ile kurtulur. Hindlinin kazancının yüzde tamam altmışı hükümet tarafından alınarak İngiltere’nin ihtiyaçlarına sarf olunur. Hindistan’daki bir kaç yüz milyon nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan acizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesap etmişlerdi: Seksen sene zarfında on sekiz milyon HindIi açlıktan ölmüştü. Bu son asrın ilk on altı senesi zarfında ise aynı sebepten helak olanların miktarı yirmi milyonu bulmuştur. Yetmiş sene evvel bir Hindli günde bizim para ile kırk para kazanırken, .bugün bu kazanç on beş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hindli, İngiliz’den üç kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur. Biliyor musunuz? İngiliz hazinelerine toplanıp sömürgeler ahalisi arasında nifak çıkarmaya, fesat çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında Hindistan gelirlerinden tamam yüz milyon İngiliz lirası sömürgelerde sefer yapmak için kullanılmıştır. İngilizler, Hindistan’daki kumaş tezgâhlarını yok etmek için ustaların başparmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayii mahvetmek için hiç melanetten geri durmazlar. Seksen milyon Müslüman Hindli için tek bir lise mektebi vardır. İngilizler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Hindistan’daki İngiliz liselerine girmek Hindlilere yasaktır. Bir Hindli en ufak silahı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları, berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim ediliyor. Hindistan’da dört çeşit insan var: İngilizlerin memurları, İngilizlerin Hindistan’da oturup kalanları, melezler, Hindliler. Melezler beşeriyetin hakir bir sınıfı sayılırlar. Hindlilere gelince o biçareler adil! medeni! İngilizler nazarında hayvan makulesidir.
Gelelim biraz da Afrika’ya geçelim: Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta Müslümanlara Fransızlar tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki Hıristiyanlar, Yahudiler aşar gibi, ağnam gibi vergilerin hiçbirini vermezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların koydukları kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare Müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa suretiyle çok zaman Hıristiyanların yahut Yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf Müslümanların vergisiyle yaşayan belediyelerde hiç bir Müslüman aza bulunamaz. Şayet bulunsa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayir’de, gerek Tunus’ta kabilelerin müşterek otlakları vardır. Lakin bu otlaklar devamlı Fransızlar tarafından bedava gasb edildiği için, biçare Müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zaruri olarak güneye, yani çöle doğru çekiliyorlar. Fransızlar, Afrika’daki sömürgelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, Arapların elindeki araziyi bedava alırlar. Bununla kalmayarak o yeni köye lazım olan suyu civardaki Müslüman köylerinden getirip Müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücuda getirilen her Hıristiyan köyüne gelir bulmak için yine Müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakları belediye vergisi ile o Hıristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir Fransız, Müslüman aleyhinde dava açmaz. Çünkü gerek görmez. Onu isterse döver, isterse öldürür.
Yorumlar
Yorum yap