898) Avrupa Tarihinin Büyük Yalanları

Yayin Tarihi 18 Şubat, 2017 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

Avrupa Tarihinin Büyük Yalanları

Cemil Meriç, “Kartaca’nın tarihini Roma’dan dinledik” diye yazmıştı. Roma karşısında mağlup olan ve bütün izleri silinen bu Afrikalı devlet, tarihini anlatacak bir Kartacalı çıkıncaya kadar sessizliğini koruyacak muhtemelen. Avrupa’nın Kartaca’sı olan Osmanlı tarihini de Avrupa merkezli bir bakışla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanlı’nın tarihini Avrupa’dan dinleyenler safında değil miyiz? Osmanlı tarihini ‘Viyana’ya gittik, Viyana’dan döndük’ şablonuna sıkıştırarak anlatma hastalığımızdan belli değil mi bu? Niye Tebriz’e, Aden’e, dünyanın bir ucundaki Hindistan’ın Goa limanına kadar gittik demiyoruz da, Viyana’ya gitmeyi bu kadar önemsiyoruz? Üstelik Viyana’nın İstanbul’dan mesafesinin sadece 956 kilometre olduğunu bile bile söylüyoruz bunları (oysa Osmanlıların fethettikleri Bağdat’ın İstanbul’a olan mesafesi 1,334, Kirmanşah’ınki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemen’i dahil etmiyorum listeye, çünkü ölçüm aletlerimizi maazallah patlatabilir.

Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, değişmez bir ölçü ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi böyledir. Bu yazıda Avrupa’nın kendisi hakkında uydurduğu, sonra da beyinlerimize yerleştirdiği 10 yalana eğilecek ve onların gözlerimize serap serpen kuyu başlarında beliren saflığımıza beraberce güleceğiz. Buyurun.

Yunan mucizesi yalanı

Antik Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi yapışmışlardır. Neden? Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için onların haricinde bir tutamak arıyorlardı.

İşte sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tür sahte deva olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistan’da yaşayanlar Eflatun ve Aristo’nun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı. Üstelik Martin Bernal’in “Black Athena” adlı 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icad ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.

Magna Carta yalanı

Hangi aklı evvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. John’un yetkilerini kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. ‘Adamlar daha Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim’ yollu konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi “gerici” bir belge olduğunu bilmek önemlidir. Bakın neden?

Bir kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Carta’nın kral tarafından imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin gelirlerini artırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidişi değil, eskiye dönüşü amaçlıyordu.

Ancak tarihte yapılan bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir durum değildir. İşte Magna Carta’yı imzalatanların başına gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sidney Painter, açıkça “Magna Carta’da demokrasi yoktur” diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painter’ın altını çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern demokrasilerimizde yaşamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifak’ını Magna Carta’nın geç bir yansıması olarak gösterenlerin ‘gözüne gözlük’ diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern demokrasilere geçmiş oldu sadece.

Rönesans yalanı

“Rönesans” (Renaissance) kelime anlamı itibariyle ‘yeniden doğuş’ demek. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi çağlarını karanlık Ortaçağ’dan ayırd etmek üzere icad edilen “Rönesans” terimi, nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir dönem yaşanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesans’ı meydana getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı, tasarlanmış, başı ve sonu belli bir dönemi kesinlikle göremeyiz.

İnsanın otoriteleri sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesans’ın kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa Lynn Thorndike adlı uzman, daha 1943 yılında şunları söylüyordu: “Hiç kimse Rönesans’ın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta bunu yapmak için çaba da göstermedi.” Yani Rönesans’ın Orta Çağlardan nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesans’ın varlığı hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.

İşte günümüzün en önde gelen Rönesans uzmanlarından Peter Burke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir ‘geri dönüş’ hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesans’ın hümanist yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans aleyhtarı değil midir?

Amerika’nın keşfi yalanı

Avrupa’nın aslında epeyce geç kalmış “keşifler çağı”, Kristof Kolomb’un Hindistan’a gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerika’yı keşfetmesiyle başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek niyetini öğrenmek mümkündür Kolomb’un: Tutsak aldığı yerlileri çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekiz’e getirmek ve “kâfirler”in, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu masum kâşifimiz. Kolomb’un, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester John’un yardımını sağlamak ve böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere Hindistan’a gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.

Bu yalanın bir başka boyutu da şu: 1492, Amerika’nın keşif tarihi değil, sonradan “Amerika” adı verilen toprakların işgal tarihidir. Zira Amerika, Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş, bazı Müslüman gemiciler Güney Amerika’ya gidip gelmiş, nihayet son ortaya atılan iddiaya göre ise Çinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa Çin’den yola çıkarak Amerika’ya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb, Amerika’nın ilk değil, son kâşifidir.

Bilimsel devrim yalanı

Bazı yalanlar tekrarlana tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. “Bilimsel devrim” terimi ilk kez 1939’da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabın kapağında görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki, bir büyücülük olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel bir kılıkla yapılıyor olması.

California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, “Bilimsel Devrim” adlı kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapin’e göre “bilim” ve “bilim adamı” terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dün denilecek kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine, bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde çuvallarız.

Bugün ‘bilimsel devrim’ denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton’dan söz etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür çehreler. Dudaklar bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, ‘Elin adamı neler yapmış bizimkiler uyurken’ nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin iç yüzü hiç de öyle değildir.

Mesela Newton’un yaşadığı devirde Cambridge Üniversitesi’nin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf! Üstelik aynı zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı açısından taşıdığı anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hakim olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını biliyoruz. Üstelik zat-ı devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi. Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında “son büyücü”ye dahi çıkmıştır.

Daha ‘bilimsel devrim’in Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık. Galile’ye ‘süredurum ilkesi’ni ilham veren Nasirüddin Tusi’nin 13. yüzyıldaki buluşundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa’daki bilimsel devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.

Sanayi devrimi yalanı

Bir “sanayi devrimi” lafıdır gidiyor. Orta malı siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual etmeden, ‘Eller aya, biz yaya’ teranesini tutturmuş, Avrupa’nın sanayi devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu ‘evrensel gelişme’yi ıskalayıp çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.

Nasıl “bilimsel devrim”, tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra yapıştırdıkları bir yafta ise, “sanayi devrimi” de 19. yüzyılın ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi olabilir mi?

Sanki Sanayi Devrimi bütün Avrupa’da aynı anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize. Halbuki İngiltere’de giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen sanayileşme, Fransa’da ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri taklit etmiştir. İngiltere’ye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de işçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devrimi’nden değil, olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.

Bilimsel buluşların Sanayi Devrimi’ni hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur. Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayiinin babası kabul edilen John Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!

Başka kuşkular da var. Mesela “Sanayi Devrimi’nde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl sonra yaşanmış olabilir.” diyor Minnesota Üniversitesi’nden Herbert Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngiltere’de 1830’larda bile pamuk işçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından azdı. 1850’de Yorkshire şehrinde yün eğirme işinin hâlâ elle yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877’de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngiltere’de. Bu Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.

Sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? İngiltere’de uyuşturucu neden yaygındır bilir misiniz? Fabrikalarda geçen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.

https://insanveevren.wordpress.com/

image001

 

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap