765) DÜNDAR TAŞER (1925-1972)

Yayin Tarihi 13 Haziran, 2015 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

DÜNDAR TAŞER

(1925-1972)

image001

————————————————————

Dündar Taşer, 1925 yılında Gaziantep’te doğmuştur. Köklü ve gelenekli bir aileye mensup olan Taşer’in çocukluk ve okul yılları Gaziantep’te geçmiştir. Lise bittikten sonra Kara Harp okuluna girmiştir. Okul yıllarında 3 Mayıs 1944 Olayları’na karıştığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılıştır. Mezun olduktan sonra ordunun değişik kademelerinde görev yapmış ve kurmay binbaşılığa kadar yükselmiştir.

27 Mayıs İhtilali, Dündar Taşer’in hayatında önemli bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. İhtilalden sonra Alparslan Türkeş’le beraber hareket eden Taşer, 14’ler olayının içinde yer almıştır. 13 Kasımda gerçekleşen bu olayla birlikte Taşer, Fas’a diplomat olarak gönderilmiştir. 1963 yılında Türkiye’ye dönen Taşer, siyasete atılmış ve çok kısa süre içinde fark edilmiştir.

1965 yılında Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Numan Esin, Rıfat Baykal gibi darbede yer alan arkadaşlarıyla, CKMP’de siyasi hayata girmiştir. CKMP’nin 30-31 Temmuz 1965 tarihlerinde yapılan kurultayında, partinin GİK üyeliğine seçilmiştir. 1967 Kurultayı’ndan sonra Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirilmiştir. Partide Başbuğ Alparslan Türkeş’ten sonra gelen ikinci isim haline gelmiştir.

Siyasetin kirli oyunlarına hiç bir dönem alet olmamıştır. Ekilmek istenen fitne ve fesat tohumlarına karşı karakterine ve savunduğu davanın icaplarına yakışan şekilde cevap vermiştir.Ülkücü Hareket için Alparslan Türkeş kadar önemli bir konumu olan, Ülkünün çilesini Başbuğ Alparslan Türkeş ile birlikte çeken Dündar Taşer, hiç bir zaman davadan dönmemiş, davasına ve liderine ihanet etmemiştir. Çok defa davanın başında neden kendisinin olmadığı sualleri sorulmuş ancak o, Türkeş’in liderliğini milli hafızaya perçinleyen şu sözle cevap vermiştir: “Türkeşin yanlışı benim doğrumdan daha doğrudur.” CKMP’nin yeni döneminde fikri ve siyasi gelişiminde önemli katkılarda bulunmuştur.
Dündar Taşer, 1965′de Gaziantep’den milletvekili adayı , 2 Haziran 1968 seçimlerinde senatör adayı 1969 Genel Seçimleri’nde İstanbul’dan milletvekili adayı olmuştur. İstanbul’daki adaylığında seçimi çok az bir farkla kaybetiştir. Mütevazi bir kişiliğe sahip olan Taşer siyaseti, “Siyaset hizmet aracıdır gaye değildir” şeklinde tanımlamıştır. Siyaset ve Ülkücü Gençlik arasındaki bağlantı hakkında ise şunları söylemiştir:

“Kendilerini cemiyetlerinden sorumlu sayıyorlar. Vazife duyguları vardır. Canları başları, istikballeri emelleri için vakıftır. Tutkuları vardır, davaları vardır. Yan yana karşı karşıya her şeyi hiçe sayarak vuruşuyorlar. Rahatça, üzülmeden ve eğilmeden ölüyorlar. Rahatçılara, makamcılara, çıkarcılara tepeden bakıyorlarsa haklıdırlar.

Milliyetçi gençlerin bir çoğunu tanırım; ifratları ile, tefritleri ile, hataları ile, sevapları ile, Türkiye’yi bütün meseleleriyle yüklenmeye gönüllü ve güçlüdürler. Munis ve terbiyelidirler, nazik ve yumuşaktırlar, bu vasıflarını görüp de böbürlenmeye kalkanları pişman ederler. Büyüklerine karşı mutlak saygılıdırlar, saygıları zillet değildir. Kanaatları sağlam, imanları bütün, fikirleri berraktır. Serttirler ama odun gibi değil, elmas gibi pırıl pırıl. Türkiye’nin her yerinde varlığını duyuran bu gençlere biz “bozkurtlar” demiştik. Halk “Komandolar” dedi. Komandolar ipeğe sarılmış çeliktir.”

Dündar Taşer’e göre: “ Millet, binlerce sene içinde kan’ın, iman’ın, duyguların birleşmesiyle yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlarmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır.” Dündar Taşer, Milliyetçi Hareketi tanımlarken ise “Milliyetçi Hareketin amacı: Türk Milleti’ni millet yapan unsurları asıl benliğine kavuşturmak, ona sonradan eklenmiş, ondan olmayan, onun öz benliğine aykırı olan yamalardan kurtarmaktır. Türk’ün cemiyet kumaşındaki yırtıkları kendi ipliği ile örmektir. Duyguda, düşüncede ve harekette milli olmaktır.” demiştir.

MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Türkçü Fikir Adamlarından biri olan Dündar Taşer, 13 Haziran 1972 gecesi bir trafik kazası sonucunda ebedi aleme göç etmiştir. Geri manevra yapan ekmek kamyonunun arkasından çarpmasıyla ağır bir şekilde yaralanan Taşer , kaldırıldığı Numune Hastane’sinde bütün çabalara rağmen kurtarılamamıştır. Acı haber kısa zamanda tüm Türkiye’ye ulaşmış ve Cenazesi 15 Haziran 1972 Perşembe günü Hacı Bayram Camii’nden kaldırılmıştır.

Başbuğ Alparslan Türkeş’in de Dündar Taşer’e olan sevgisi çok derindir. Taşer’in beklenmedik ölümü üzerine Alparslan Türkeş şu cümleleri söylemiştir:

“Aziz Taşer, ömrünce Türk milletini sevmenin, büyüklüğüne inanmanın sırrına ermiş, hayatının gayesini milletine hizmette görmüş, dünya hırslarına iltifat etmemiş, biç bir mevkinin cazibesine kapılmamış, tam bir Türk Milliyetçisi olarak yaşamıştın. Hayatının gayesi saydığın müşterek ülkümüzün zafere ulaşması uğrunda, birlikte kurduğumuz iman ocağının sönmeden yanacağına ve bir gün milletimizin kara talihinin değiştirileceğine manevi huzurunda söz veriyoruz. Seni dâva arkadaşların ve bütün memleketimiz gelecek yıllarda daha iyi anlayacak ve mânevi şahsiyetinin, takipçisi olduğumuz kutsal dâvamızda bizlere destek olacağına inancımız tamdır.”

Dündar Taşer’den Özlü Sözler

Türk Milleti için bayrak, devlet’tir. Bu bayrağın dalgalandığı yerde Türk hükümranlığı, ahali için ne büyük devlettir… Devlet, Türk’ün her şeyidir, onsuz olunmaz bir şeyidir. Devlet, nizam demektir. Adaletin kudreti, kahramanlık ve cesaretin mihrakı, san’at ve medeniyetin inkişafını hazırlayan örgü ve örtü, azametin müşahhas varlığıdır. Tanrı Türk’ü, bu bayrağı temsil ettiği işte böyle bir devlet için yaratmış ve vazifelendirmiştir.

“Türkler, yiğitler topluluğudur; filozoflar topluluğu değil!” Eski Yunan filozoflarının bir sürü laf ettiklerini, hatta “Devlet” adıyla felsefi eserler yazdıklarını, fakat bir türlü “site” olmaktan öteye bir birlik, bir “devlet” tesis edemediklerini; buna mukabil, kuvvetli bir lider etrafında toplanan Türklerin, an’anevi nizam şuuruyla en eski çağlardan beri sayısız ve azametli devletler kurduğunu söylerdi.

Milli görüşümüzde vatan değil de daha çok devlet ve onun hâkimiyet sembolü olan bayrak esastır.  Nitekim, bayrak nereye gidiyorsa, Türk de oraya gidiyor. Bayrağın dalgalandığı, yani devletin hâkim olduğu yerde yaşayabiliyor. Onun çekildiği yerde yaşayamıyor. Demek ki, devlet ve onun hâkimiyet yahut hükümranlık sembolü olan bayrak,  vatandan asli bir unsur… Türk, idareci ve efendi bir millet olduğu için, devletsiz ve bayraksız yaşayamıyor. Yani Türk,  tüccar, bezirgân millet değil.

Şunu söyleyeyim ki, Osmanlı Devleti, kudret itibariyle bugüne kadar tarihin kaydettiği en büyük devlettir. Bu zaviyeden  Roma’dan da, İngiltere İmparatorluğu’ndan da çok üstündür. Hükmettiği arazinin genişliği bakımından ise Cengizoğulları  Devleti’nden sonra gelmektedir.

Mücadele ve savaşta daima sebat ve irade lazımdır. Zafer, karşı karşıya gelen iki ordunun en fazla sebat ve irade gösterenine yüzünü açar ve güler. Sebat ve iradenin kaynağı tam bilenmemekte ise de herhalde iman, vecd ve kendine emniyette doğmaktadır. Bu ise ruhi disiplin eseridir. Zaaf, hiçbir orduyu, hiçbir zümreyi muzaffer etmemiştir. Kitlelere ve ordulara ise en büyük direnme ve sebat gücünü onların reisleri, ön safta mücadele edenleri verir. Bunların bir hareketi, basit ve ehemmiyetiz bir tavırları kitleye kuvvet verir.

“Alparslan Türkeş, arkadaşları ile beraber Kıbrıs’a gitmek için teşebbüse geçti; bu arzusunu bir bakan vasıtasıyla devrin başbakanına ulaştırdı, cevap çıkmadı. Londra’daki Kıbrıslı Türklerden 750 genç gönüllü, 50.000 sterlin para ile Ankara’ya geldi. Bu kafile ile beraber Türkeş ve arkadaşları Kıbrıs’a diğer yollardan gitmeye karar verdi. Ancak bu sırada heyet ile temas eden resmi bir zat şu haberi getirdi.
(Sayın İnönü diyor ki, eğer Türkeş Kıbrıs’a giderse Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı yardımı keserim.) Bu haber karşısında yapılacak başka şey kalmadı ve gitmekten vaz geçildi.”

Abid olmadan efendi olunmaz. Padişahlar da Allah’ın abdidirler: yani kölesidirler.

Halkı anlayacak, onun şuur ve ölçülerine sahip münevver lazım. Yani aydın, halkımızın okumuşu olmalı. Hâlbuki öyle değil. Bunu yapmayınca da kendini bedbinliğe kaptırıyor; halktan gördüğü mukavemet ise onu berbad bir ruh hâletine sürüklüyor.

Bu sözü sonradan tetkik ettim. Bazı müfessirlerin, Sure-i Maide’deki bir ayeti kastederek: “Allah’ın sevdiği kavmin, Türkler olduğunu” söylediklerini anladım. Bu ayetin meali: “Ey mü’minler! Sizden, dininden dönenlerin yerine Allah yakında bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı mütevazı ve mütezellil, kâfirlere karşı ise şiddetli ve izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve kimsenin levminden korkmazlar” şeklindedir. Hakikaten bu tavsif, Türk’ün ve Osmanlının tarih içindeki vazifesine uygun gelmektedir. Yani bu ayetteki tebşirata, yüksek hasletleri ve davranışları ile Türk layık olmuştur, denilebilir.

Bir gün jiple giderken, yakınlardaki bir Türkmen köyünden yolumuzu kestiler. “Efendi, seni göndermeyiz” dediler. Hemen hazırlık yaparak, bize bir koyun kestiler. Onlar, eti gayet çabuk pişirirler. Orda yaşlı bir Türkmen arfe’si vardı. Onlarda arfe diye, adet ve an’anelerini iyi bilene ve bir nev’i kadılık yapana derler. Bana önce: “Türk’ün cihangir olacağına imanın var mı?” diye sordu. “Elbette var” dedim. “Şu uşaklar buna inanmıyorlar” diye, birkaç yeni yetişme ve okumakta olan genci gösterdi. Sonra da “Bunun kitab’da da yeri vardır; inanmayan kâfir olur ha” dedi.

Doğru’da birlik, doğrudur. Yanlış’ta dahi, birlik doğrudur. Çünkü, bizatihi birlik, doğrudur.

19’uncu asırdan itibaren başlayan ve münevverlerimiz ile halk arasında gittikçe şiddetlenen bir ayrılık sokan garip bir cinnete kapılmıştık. Subay ve asker için hürriyet’in manası ne idi ki? Ferdi hürriyet zaten vardı, siyasi hürriyet ise devleti batırırdı. Sırb’a, Bulgar’a, Rum’a özenmenin gereği neydi?

1960’da konuşmaması, milli nizam içinde sessiz ve sâmit kalması lazım gelen Ordu’yu, politikacılar konuşturdular, biz konuşunca da, tabiatıyla herkes sustu…

Siyaset sahnesinde, çok büyük kozlarımız vardır. Bunu iyi değerlendirmek lazımdır. Bu değerlendirmeyi, halkıyla yekvücud olmuş münevverlere sahip milletler yapabilir. Aydın’ı ayrı, halk’ı gayrı toplulukların karı değildir bu… Bana göre, Türk’ün cezri Sakarya’da bitmiştir. Yeni bir med devrine girme çabasındayız. Bu med olacak ve Türk milleti eski azametine kavuşacaktır. Bunun sancıları ve ızdırapları içerisindeyiz.

Bir de derler ki, “Dünya sulhünü biz mi bozalım?” Dünya sulhünü, dünya nimetlerini bölüşenler düşünsün!…

Gazalara iştirak eden padişahlar, vezirler, ümerâ, ulema ve bütün gaziler gittikleri yerlere (kâfir ülkelerine) adalet götürdüklerine inanan insanlardır. Hatta bu adalet, yalnız insanlara değil, bütün mahlûkata şamildir. Çünkü yeni fethedilen topraklarda yapılan mabetler, medreseler ve dergâhlardaki kuş yuvaları, hayvan bakımı için yapılan vakıflar, bunun canlı şahitleridir.

Gazalara iştirak eden padişahlar, vezirler, ümerâ, ulema ve bütün gaziler gittikleri yerlere (kâfir ülkelerine) adalet götürdüklerine inanan insanlardır. Hatta bu adalet, yalnız insanlara değil, bütün mahlûkata şamildir. Çünkü yeni fethedilen topraklarda yapılan mabetler, medreseler ve dergâhlardaki kuş yuvaları, hayvan bakımı için yapılan vakıflar, bunun canlı şahitleridir.

Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler  liberalizmi istiyorlardı. Bugün demokrasinin yeter olduğunu sananlar gibi, dün de Tanzimatı yeter sayanlar vardı. Velhasıl  bir buçuk asırdır kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz!

Osmanlıların zuhurundan nihayetine kadar cereyan eden vekayiyle mukayese edildiğinde, Devlet-i Alliyye’nin, tarihin  şimdiye kadar kaydettiği en kudretli devlet olduğu neticesine varılır. Çünkü Osmanlılar, Avrupa’ya adımlarını attıkları  andan itibaren, daima bir devletler grubuna karşı çarpışmışlar ve asırlarca galip gelmişlerdir. Onlardan sonra böyle bir  kudreti, tarih kaydetmemiştir. Viyana, işte böyle bir tökezleme noktasıdır.

Tanzimat’la, dış müdahaleler devri başlıyor. Padişah’ı Avrupa krallarına benzetenlerimiz çıkıyor. “Onun nüfusunu ne kadar tahdid edersek, o kadar ilerleriz” diyorlar.

Devletin tebaası bile, büyük devletlerce himaye gruplarına ayrılıyor. Ortodoksları Rusya, Katolikleri Fransa ve Avusturya,  Protestanları İngiltere himaye etmeye başlıyor. Bunlar için Avrupa devletlerinin dâhili işlerimize müdahale ettiği  görülüyor.

 Hiç olmayacak şeylerin peşinde koşmakla, bizi biz yapan büyüklerimizi yıkmakla vakit geçirdik. “Kıyafetimiz ilerlememize manidir” dedik, onu değiştirdik. 72 milleti idare ettiğimiz, adil hukukumuz geridir dedik, onu değiştirdik. “Başımızdaki serpuş geriliğimizin sebebidir” dedik, değiştirdik. “Geriliğimiz, anayasamız olmamasındandır” dedik, 100 sene onunla uğraştık; hala da uğraşıyoruz. “Yazımız ilerlememize manidir, lisanımız terakkiye sed çekmektedir” dedik, onları değiştirdik. İlerleme için bu haltları karıştıran dünyada bir millet yoktur ve olmamıştır. Bunları yapan bir milletin ilerlediğini de tarih kaydetmemektedir. Japonlar bugün çok ileri bir seviyeye vardılar. 30 bin hiyeroğliften teşekkül eden  alfabelerini “değiştirelim” demediler; “Şintoizm” diye anılan dinlerinin terakkiye mani olduğunu söylemediler.

170 senede 20 milyon kilometre­kareden 780 bine; yani yirmibeşte bire düştük. 60 sene evvel dünyanın tek rakamla ifade  edilen 6’ıncı devleti iken, bugün 76’ıncı sırayı işgal ettiğimizi ilerici olanlarımız iftiharla ilan ediyorlar. Bundan  büyük hacalet olur mu?

Millet, yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar, ne âlimler, ne sa’natkarlar bir millet imar edemezler. Millet, binlerce  sene içerisinde, kanın, imanın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş; müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış,  müşterek davranışlar halinde görünmekte olan, haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan  bir varlıktır. Atilla’nın misafirlerine altın kaplar içinde yemek ikram ederken, tahta çanaktan tek türlü yemeğini yemesi  ne ise, Yavuz Sultan Selim’in yemek usulü de aynıdır. Atilla’nın Bizans hükümdarına gönderdiği mektubun edası, üslubu,  hitap tarzı ne ise, Kanuni’nin François’ya gönderdiği mektubunki de öyledir. İşte millet, bu ayniyet ve devamlılıktır.

Ortadoğu problemi, Osmanlı mirası mes’elesidir.

 Şu açıktır ki, Tuna’dan Yemen’e, Cezayir’den Bosna’ya kadar uzanan sahada sükûnu ve huzuru temin eden bir kavmin ve  idarenin yokluğu kendisini hissettirmektedir. En büyük düşmanlarımız bile, bugün, Ortadoğu’da dün tahammül edemedikleri  mevcudiyetimizin, ne kadar lüzumlu olduğunu anlamışlardır. Zaten Birinci Dünya Harbi’nden sonra, bazı Avrupa siyasileri,  “an’anevi diplomasinin büyük muvazene unsurlarından olan Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmpara­torluklarını  parçalamayalım” fikrinde ısrar etmişlerdir. Bugünkü hadiseler, o sırada işlenmiş olan büyük siyasi hatanın neticesi gibi  görünmektedir.

Bir gün Kent Oteli’nin kahvesinde arkadaşlarla konuşurken, beş-altı Arap talebesi yanımıza geldi. Bizi biraz dinlediler.  Sonra, bana şu suali sordular: “Harb-i Umumi sırasındaki isyanımızdan dolayı bize kızıyor musunuz?” Onlara: “Hayır,  kızmıyorum.” Dedim. “Eğer, kızıyorum dese idiniz, size Yozgat da, Konya da Bolu da isyan etti diyecektim.” dedi. Bu söz  beni çok hislendirdi ve çocuklara, bu telakkilerinden dolayı teşekkür ettim.

Bizim tarihimizde halkı ezen, ona eşya gibi bakan bir rejim asla olmamıştır. İşin garibi bizim halk tabakası yukarıya,  yani idarecisine daima hürmetkâr şekilde bakmıştır. Buna mukabil idareci de halkı, hatta reayayı “vediatullah” olarak  görmüş; onu ne kadar hizmet ederse o kadar yükseleceğine inanmıştır. Esasen bizim idareciler, halkın içinden çıkmışlar;  hatta ve çok defa içtimai bakımdan, cemiyetin tabanından yükselip gelmişlerdir. Bu yükselişte en büyük unsur da, şahsi  kabiliyetleri, zekâları ve yüksek ahlakları olmuştur. Mesela, Şeyhülislamların birçoğu köylü çocuklarıdır. Vezirlerin  büyük kısmı da öyle. Belli başlı ailelerden gelenler ise parmakla gösterilecek kadar azdır.

Şaşkınlığımız ile birlikte artan Avrupalılaşma fikri ve bunun maymunlaşan bir taklit şeklinde tezahürü, esas muhtaç  olduğumuz ilim ve tekniği bile tam almamıza mani olmuştu. Bugün bile, bütün ilerilik teranelerine rağmen, bu babda geri  idik. Sosyal mevzulardaki tasarruflarımızda ise, tam bir çıkmazda idik. Mesela, Avrupa’daki ıslahat ile bizdeki arasında,  mahiyet farkı vardı. Orda, herhangi bir şeyde görülen mahzur veya kusurun ıslahına çalışılır ve bu ıslah, mevcudu yaşatmak  maksadıyla yapılır. Bizde ise ıslah, tam bir yıkım manzarası arzeder. Mevcudu tereddütsüz yıkmakla, yerine daha iyi olduğu  zannolunan bir şeklin ikamesine çalışılır. Bu sebeple bizim münevverce, yeni, iyinin müteradifi şeklinde görülür. Eski  Dolmabahçe Sarayı, yeni gecekondudan elbette daha iyidir. Bu sebeple bütün iyişeylerimizi, kıymetsiz yeni’ye tercih edip  durduk.

Hürriyetin adı yokken, kendi vardı; adını öğrendiğimiz günden beri de tadı kalmadı. Nitekim Namık Kemaller hürriyet  isterken, bize bağlı olan memleketin, yani Romanya’nın bir çocuğu olan Panait Istrati “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı  ülkesidir; Tanrı’ya ve padişaha çatma­dıktan sonra, insan orada her şeyi yapmakta serbesttir.” diyordu.

Bir gün jiple giderken, yakınlardaki bir Türkmen köyünden yolumuzu kestiler. “Efendi, seni göndermeyiz” dediler. Hemen   hazırlık yaparak, bize bir koyun kestiler. Onlar, eti gayet çabuk pişirirler. Orda yaşlı bir Türkmen arfe’si vardı.  Onlarda arfe diye, adet ve an’anelerini iyi bilene ve bir nev’i kadılık yapana derler. Bana önce: “Türk’ün cihangir  olacağına imanın var mı?” diye sordu. “Elbette var” dedim. “Şu uşaklar buna inanmıyorlar” diye, birkaç yeni yetişme ve  okumakta olan genci gösterdi. Sonra da “Bunun kitab’da da yeri vardır; inanmayan kâfir olur ha” dedi.

Bu sözü sonradan tetkik ettim. Bazı müfessirlerin, Sure-i Maide’deki bir ayeti kastederek: “Allah’ın sevdiği kavmin,  Türkler olduğunu” söylediklerini anladım. Bu ayetin meali: “Ey mü’minler! Sizden, dininden dönenlerin yerine Allah yakında  bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı mütevazı ve mütezellil,  kâfirlere karşı ise şiddetli ve izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve kimsenin levminden korkmazlar” şeklindedir.  Hakikaten bu tavsif, Türk’ün ve Osmanlının tarih içindeki vazifesine uygun gelmektedir. Yani bu ayetteki tebşirata, yüksek  hasletleri ve davranışları ile Türk layık olmuştur, denilebilir.

Halkı anlayacak, onun şuur ve ölçülerine sahip münevver lazım. Yani aydın, halkımızın okumuşu olmalı. Hâlbuki öyle değil.  Bunu yapmayınca da kendini bedbinliğe kaptırıyor; halktan gördüğü mukavemet ise onu berbad bir ruh hâletine sürüklüyor.

Türkeş’in yanlışı benim doğrumdan daha doğrudur.

Bizim arkadaşlardan birine oldukça zengin ve halktan bir adam: “Bu sosyalist gençler ne istiyorlar evlat? Benim anladığım  şu: Malın, mülkün devlete ait olmasını arzuluyorlarmış. Pekiyi, bizim malımız, mülkümüz kimin? Devletin değil mi? Biz  Harb-i Umumi’de de, Yunan muharebesinde de, mısır koçanını öğütüp otla karıştırdık, kaynatıp, bulamaç yaptık ve yedik.  Devlet olmadıktan sonra malın, mülkün ne kıymeti var?” demiş. Bu sözler, halkımızdaki çok yüksek ve pek mukaddes olan  devlet telakkisinin ve şuurunun neticesi.

Bütün terbiye, haber ve yayın organlarının muhakkak milli telakkiyi kuvvetlendirici, milli fikri telkin edici tarzda  faaliyet göstermesi lazım. Bunun başka yolu yoktur. Ayakta kalabilmemiz, iktisadi ve siyasi hamle yapabilmemiz için yegâne  yol budur.

Köşesinde oturan bir âlim, masa başında tasavvurlara dalan bir mütefekkir, ne bir millet ne de bir milli telakki ortaya  koyabilir.

Millet, uzun tarihi hadiseler ve içtimai yaşayışı içinde, imanın, kanın ve duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş  bir varlıktır ve sun’i bir mevcudiyet değildir.

Bizim, bin senelik tarihi seyrimiz içinde, milletimize mal olmuş hâkim  telakkiyi yahut milli imanımızı açıkça görmek mümkündür. Mesela, İslam’dan sonra “İlây-ı Kelimetullah” tam bir iman haline  gelmiştir.  Osmanlı’nın eşkıyasında bile büyük bir devlet şuuru vardır.

1774’te Kırım’ın gidişi veya sözde istiklal kazanışı üzerine, oradaki Türklerin bir davranışı var ki çok manidar… Kırım mirzalarını bir kısmının da baki olan ihaneti yüzünden, bu yarımada elimizden çıkıyor. Buraya Rus taraftarı olan ve Şahin Giray ismini taşıyan bir han getiriliyor. Tabi Rus tesiriyle… Kırım Türkleri, hıyanet sembolü olan bu hanı atıyorlar ve eski hanlardan Devlet Giray’ı başa geçiriyorlar. Devlet-i Aliyye’ye binlerce imzalı ve mühürlü bir mazbata ile, büyük bir heyet gönderiyorlar. Bu heyetin teklifi çok şayan-ı dikkat… Bunlar “Ya eskisi gibi, size tabi oluruz, bizi yine siz idare edersiniz; yahut da bize mülkünüzde yerleşecek bir yer gösteriniz; Kırım’ı toptan terk etmeye karalıyız.” diyorlar. Şu teklif, Türk’ün devletsiz yaşayamadığının en açık misalidir.

Karadeniz’in şimalinden ve cenubundan ta Çin’e kadar yalnız Türkçe konuşarak gidebileceği, sadece bir vakıa değil, söylenmiş bir sözdür. Nitekim William Ramsey: “Belgrat’tan Pekin’e kadar, yalnız ve ancak Türkçe konuşarak gidilebilir.” demiştir. Diğer biri zannederim Thomson da: “İzmir’den Çin hududuna kadar yalnız Türkçe ile gidilebilir.” sözlerini söylemiştir.

İlk hamle hariç, son bin senelik İslam tarihi, Türk tarihinden ibarettir denilebilir. Bu bin senede Asya’daki, Afrika’daki, hatta kısmen Avrupa’daki en büyük siyasi, içtimai ve medeni hamle Türklerin idaresinde inkişaf etmiştir.

Dünya Türklerinin bugün çok mühim bir derdi vardır. Bu da kültür problemidir. Mesela yazı ve lisan… Türkler bugün, üç alfabeli bir millettir. Anlaşma ve haberleşme vasıtalarının alabildiğine geliştiği günümüzde, Türk topluluklarının kültürü sistemli olarak parçalan-maktadır. Buna içimizde bile, uydurma dil cereyanı ile serazat yapan ahmaklar vardır. Türk dünyasının en büyük davası, müşterek kültürü inkişaf ettirmek ve kuvvetlendirmek olmalıdır.

17inci asrın başlarında ölen ve “Civitas Solis” (Güneş Ülke) diye bir eser yazan, ütopik komünist Campenella: “Madem ki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var; üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Güneş Ülke yarın neden vücut bulmasın?” demiştir. Bir İtalyan papazı… Düşündüğü rahat ve huzur âleminin yahut hayalinin hakikat olma ihtimalinin ancak bizim varlığımıza bağlamış demektir.

Büyük bir Osmanlı Tarihi yazmış ve bunun için 30 sene çalıştığını söyleyen Hammer; “Heredot’un Tarziyanus, Tevrat’ın Togarıma diye andığı Türk, bunlardan çok daha eski asırların tanıdığı bir millettir. Tahakküm kabul etmeyen bir şecaat, alabildiğine geniş bir fütuhat aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, muhitlere uymaktan ziyade, onları kendine uydurmak zevki ve iptilası, bu milletin asırlar dolduran tarihinde apaçık görünür ve okunur. Türkler, devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf üstatlardır. Ülkeleri değil, kıtaları alt-üst etmişler ve korkunç savletleri arasında, sarsılması hiç de kolay olmayan hâkimiyetler yaratmışlardır. Tarih, Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, medeniyet için birer süs teşkil etmektedir.” cümleleri ile Türk’ü tavsif etmiştir.

Şunu da söyleyeyim ki, biz gittiğimiz her yere sulh, sükûn, huzur, adalet ve nizam götürdük. Avrupa, gittiği her yere medeniyet namıyla huzursuzluk, haset, nifak, sefahat ve fuhuş götürdü. 19uncu asırda ve 20inci asrın başlarında kendini fuzuli olarak medeniyet havariliği vazifesi ile muvazzaf gören Avrupalılar, gayri medeni diye isimlendirdikleri kavimlere, mesela; bizim eski eyaletlerimize karşı, bir fetih hakkı iddia ettiler ve buraları sömürge yaptılar. Aslında bu iddia gülünç ve tamamen manasızdır. Onların “hak” dedikleri şey de, “kuvvet”ten ibarettir. Kuvvetin adı medeniyet, kuvvetsizliğin ise bedeviyet olamaz. Biz kuvvetli olsaydık mesele aksi olacaktı… Fakat Avrupa’nın kuvveti müeyyidesiz kuvvettir. Yani vahşi kuvvettir. Daha doğru bir tabirle kaba kuvvettir. Bizim kuvvetimiz ise daima müeyyideli ve ölçülü olmuştur.

Türkiye, kendine münevver namını veren kişilerin zümrevi hezeyanı karşısındadır. “Hem sağa, hem sola; hem milliyetçiliğe, hem komünizme” karşı olmak ne demektir. Sen nesin yahu? Bizim Sahib Hoca’nın tabiriyle, “be”yi “kaf”a vurarak “bir b… değilsin” demek herhalde en doğrusu…

Sizde bir mücadelenin içindesiniz ve öncüsüsünüz. Bu milli beka mücadelesidir. Bunda zaaf göstermek kadar feci bir şey yoktur ve olamaz.

Kendilerini cemiyetlerinden sorumlu sayıyorlar. Vazife duyguları vardır. Canları başları, istikballeri emelleri için vakıftır. Tutkuları vardır, davaları vardır. Yan yana karşı karşıya her şeyi hiçe sayarak vuruşuyorlar. Rahatça, üzülmeden ve eğilmeden ölüyorlar. Rahatçılara, makamcılara, çıkarcılara tepeden bakıyorlarsa haklıdırlar.

Milliyetçi gençlerin bir çoğunu tanırım; ifratları ile, tefritleri ile, hataları ile, sevapları ile, Türkiye’yi bütün meseleleriyle yüklenmeye gönüllü ve güçlüdürler. Munis ve terbiyelidirler, nazik ve yumuşaktırlar, bu vasıflarını görüp de böbürlenmeye kalkanları pişman ederler. Büyüklerine karşı mutlak saygılıdırlar, saygıları zillet değildir. Kanaatları sağlam, imanları bütün, fikirleri berraktır. Serttirler ama odun gibi değil, elmas gibi pırıl pırıl. Türkiye’nin her yerinde varlığını duyuran bu gençlere biz “bozkurtlar” demiştik. Halk “Komandolar” dedi. Komandolar ipeğe sarılmış çeliktir.”

Milletçe daha güçlü, daha müreffeh, daha hür bir hale gelmek, hiç bir yabancının yardımına muhtaç olmadan milli davalarımızı halletmek için yer yüzünde layık olduğumuz itibara sahip olmak hedefimiz olmalıdır.

Eğer gençliğe gerekli ihtimam gösterilmezse kalkınma savaşı kazanılsa bile milletin akıbeti tehlikeli olabilir.

Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanında bile, bu ölçü vardır. Askeri Kütahya önünde iken “Bundan sonra İstanbul’da  Kavalalı Hanedanını mı göreceğiz?” diye soran bir Avusturyalı gazeteciye, “Siz Garblılar biz Şarklıları anlamıyorsunuz.  Ben bu kanaatte olsam, oğlum bana isyan eder. Biz bu kanaatte olsak, şu ahali bizi çiğner. Oğlum İbrahim, Üsküdar’a  giderse, Sultan’ın ayaklarına kapanacak ve Mısır’a dönmek için izin talep edecektir. Sultan etrafının tesiriyle yanlış  hareket etmektedir. Bu da Allah’ın biz Müslümanlara bir takdiridir.” demiştir.

Büyük Celali şeflerinden biri olan Katırcıoğlu eşkıyası “aman” için 8–10 yaşlarındaki IV. Mehmed’in huzuruna çıkınca  bayılmıştır. “Padişahım, kara kara gözlerinin nazarına dayanamadım” demiştir. Bu kaşarlanmış eşkıya reisini bayıltan, 7  yaşındaki çocuğun nazarı değildir. Tebaasında çok köklü bir inanışla sevilen ve sayılan, tarihi nüfuza sahip devlet  telakkisinin tesiridir. Bu vak’alar, devlet mefhumunun halk ve millet vicdanında ve düşüncesinde işgal ettiği mutena  mevkii kat’i çizgilerle şekillendirmektedir. Milletçe böyle yüksek bir devlet şuuruna sahip olmasaydık, bekâmızı devam  ettiremezdik. Böyle bir devlet idrakine sahip milletler, büyük milletlerdir ve daima büyük devlet kurabilirler.

Bu hain ithamı da çok iğrenç bir şey. Tarihimizde kellesi alınan birçok vezir var. Fakat hiç kimse ve hatta devlet dahi,  onların hain olduğunu söylemiyor ve iddia etmiyor. Onlar, hataları olan, fakat şerefleri de çok yüksek addedilen adamlar  olarak görünüyorlar. Çocuklarına da devlet maaş bağlıyor. Padişah, tıpkı bir aile reisi gibi, onların çocuklarına bakıyor.  Bu vezirlerinin oğullarının vezarete ve hatta sadarete kadar yükseldikleri oluyor. Bu çocuklar da, babalarının öldürülüşü  için düşmanlık taşımıyorlar. Devlet için çalışıp duruyorlar. Bu an’ane çok güzel, asil ve vakur. Son devirlerdeki hıyanet  ithamları da küçüklüğümüzün ve ahlaki düşüklüğümüzün eseri galiba. Çünkü 15–20 senede bir, 5–10 bin kişiyi hain ilan edip  duruyoruz. Bu kadar bol hain ithamları karşısında, adama “ne barbad milletsizin, boyuna hain yetiştiri-yorsunuz” demezler  mi? Bu kadar bol hain yetiştiren bir milletin büyüklüğü ilan edilebilir mi? Bu hain ithamını bu derece suistimal etmek  asla doğru değildir.

Gafletle hıyaneti karıştıracak kadar gafil olmamak gerektir. Türkiye’nin siyasi an’anesi çingene obasına benzedi. Herkes  çergisinin direğine tutunmuş, diğerine küfür ateşi açıyor.

Ordu, büyük, tarihi ve manevi bir varlıktır. Nutuk söylemez, makale yazmaz, demeç vermez. Dilsizdir, fakat akılsız  değildir. Düşünür, tedbir alır ve yapar. Her subay memleketin emniyet ve selametinden kendini mes’ul sayar. O konuşursa  herkes susar. Politikacılar taraftarlarının tasvibini kazanabilirler; fakat garnizonlarda, manevra meydanlarında çok ciddi  bir şekilde vatan savunması meselesiyle uğraşan, 1870’de dünyanın dördüncü büyük devleti iken, 100 yılda 70inci devleti  haline düşmenin ızdırabını duyanların tasvibini kazanmak kolay değildir.

Biz, yalvaran ve müsaade koparan bir iktidar değil, emreden bir hâkimiyet görmek isterdik.

Nizâmı muhafaza edemeyen, asayişi temin edemeyen bir iktidar, iktidar olma vasfını ve hakkını kaybetmiş demektir. Birlik,  kardeşlik, eşitlik, adalet gibi masonik serenadlarla bir devlet idare edilmez azizim.

İthal ettiğimiz nizam, bizim mazimize aykırı geldiği için; kanunlarımız, örf ve adetlerimizle çatıştı ve bu çatışmadan  yıkıntı doğdu. İnandığımız değerlerle, arzuladığımız değerlerin zaddıyeti, içinde bulunduğumuz anarşinin, yahut fetretin  sebebidir. Demokrasi denemesi, bu düzensizliği arttırdı. Hırslı ve basit politikacılar siyasi münakaşaları iftira ve  hakaret haline getirdiler. Birbirinin suratına tükürecek kadar aşağılık davranışlar oldu. Suratına tükürülen kişi, bir  müddet sonra Cumhurbaşkanı seçildi ve sancakla selamlandı.

Kürtçülük komünizmi, komünizm de Kürtçülüğü istismar ederek Türkiye için yeni felaketler, etnik gruplar için de yeni  esaretler peşinde koşmaktadırlar.

Bu vatanı birkaç nazariyecinin safsatasına, birkaç hainin hesabına, birkaç ahmağın gafletine kurban etmeyeceğiz.

Türkiye’nin varlığı ve Türk âleminin istikbali, Rusya’nın kuvveti ile ters orantılıdır. O halde Türk siyaseti, Rus  emellerine karşı olmalıdır.

Gençlik, millet geleceğinin teminatıdır.Türk Milleti kalkınma mücadelesini, semizleyip geviş getirmek emeliyle yapmakta değildir. Bizim için, kuvvetli, haysiyetli devlet olmak , müreffeh bir cemiyet olmaktan önce ve yücedir.

Bugünkü perişan, himayesiz, her çeşit müfterinin tahrike çalıştığı gençlik yerine, en iyi şartlar içinde yaşayan, cemiyete emniyet veren bir nesil meydana getirilmesi lazımdır.

“Hippy” miskinliği ile komünist yıkıcılığı dışında terbiye edilmiş bir gençliğin milletçe özlendiği bir gerçektir.Türk Milletinin geleceğini emniyete alacak vasıftaki gençlerin yetiştirilmesi şarttır.Milliyetinden kopmuş, özünü yitirmiş, taklit için doğudan, batıdan garabetler arayan zavallılara Türkiye’nin istikbalini bırakmamak gerekir.

Türkiye’de Türkçü olmak bir zarurettir.

Mutlak manada millî, manevî, İslamî değerlere bağlı gençliği ülkü ve fikirler etrafında toplayacak aksiyoner bir hareketi oluşturmak zorundayız.

“Dine dönüş diye, sünnet adına Kadızadeler ortaya çıktı. Çakşır haram, kavuk haram, kaftan haram bunlardan soyunursak her iş yoluna girer dediler. Batıcılık diye, Avrupacılar türedi: Pantolon giyer, pelerin taşır fes vurunursak mesele çözülür dediler. Ne Kadızadeler İslam’ı anlamıştı ne de Avrupacı’lar Batıyı.”

“Biz bir cihan devleti kalıntısı üstünde, cihan hakimlerinin evlatları olarak oturuyoruz. Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya koşmalıyız. Sanayimizi kurmalı, büyük milletin imkanlarını büyük geleceği kurmak için seferber etmeliyiz.”

Millet, binlerce sene içinde kan’ın, iman’ın, duyguların birleşmesiyle yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlarmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır.

Milliyetçi Hareketin amacı: Türk Milleti’ni millet yapan unsurları asıl benliğine kavuşturmak, ona sonradan eklenmiş, ondan olmayan, onun öz benliğine aykırı olan yamalardan kurtarmaktır. Türk’ün cemiyet kumaşındaki yırtıkları kendi ipliği ile örmektir. Duyguda, düşüncede ve harekette milli olmaktır.

http://www.ulkuocaklari.org.tr/dundar-taser.html

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap