816) Çanakkale Savaşında Asker Nasıl Beslenirdi?
Yayin Tarihi 18 Ocak, 2016
Kategori ÇANAKKALE, KATEGORİLENMEMİŞ
Çanakkale Savaşında Asker Nasıl Beslenirdi?
—————————————————————–
Çanakkale Savaşı’nı yalnız karşılıklı güçlerin birbirlerine yönelttikleri silahlarıyla gerçekleştirdikleri muharebeler bütünü olarak yorumlayabilir miyiz?
O, eğer yalnız muharebelerden oluşan bir cephe olarak ele alınırsa; emin olunuz, ondaki ruhu ve derin anlamı kavramak mümkün olmaz…
Şöyle söyleyelim:
Bir savaşın insani yönü nedir?
Yalnız savaşan orduların ileri ve geri çekilişi olarak bakarsanız; onun içinde nefes alan, koşan, yorulan her bir erin ruh dünyasını ve karşılaştığı güçlükleri dikkate almazsınız.
Bununla birlikte savaşın toplumsal ve insani boyutuna inemezsiniz…
Gelibolu, küçücük bir yarımadadır… Onda kısa süre içinde yüzbinlerce kişi toplandı ve askeri düzen içinde yerlerini aldı…
Her kişi, bir dünyadır. Çekilen acılar, paylaşılan sevinçler, açlık, hastalık, ölüm, kahramanlık, vefa, sıla özlemi, gurbet hikâyeleri, sonu gelmemiş aşklar hatta ölmek üzere olan bir bedenin üzerine düşen soğuk nefes; açıkken kararıp giden ve ölümü yüzünüze okuyan gözler; derken elbette yeme, içme, açlık ve hastalık; soğuk, kar, yağmur ve daha nice zorluklar ve güçlükler!
Hadi biraz empati yapalım…
Bulunduğumuz toplumsal çevreden bir an kopalım ve hayatımızın baharında ölümle her an yüz yüze yaşamak zorunda kalacağımız bir ortama doğru yolculuğa çıkalım…
Henüz on yedisinde genç birisiniz. Apar topar askere alındınız.
Kısa bir eğitimden sonra bir anda kendinizi örneğin Conkbayırı’nda buldunuz… Siperde, bir avcı hattının içindesiniz ve karşınızda düşman hatları, siperleri ve denizde her biri devasa gövdesiyle gemiler… Tüfek ve top namluları size doğru dönmüş…
Gece, karanlık…
Soğuk, buza kesmiş…
Sırtınızda kaputunuz; gecenin çiği kaputunuzu geçmiş, teninize yapışmış…
Ve sevdiklerinizden uzakta, sanki bir kuyunun içinde kalmış gibisiniz ve üşüyorsunuz…
Nefesiniz gecenin ayazına yapışır gibi…
Arada karşı taraftan ne olduğunu anlamadığınız ışıklar yükseliyor; daireler çizdikten sonra kayboluyor…
Belki de bir anda gövdenize yapışan bir mermi ya da şarapnel, ölümün ne olduğunu kavrayamadan sizi yaşamdan koparıverecek…
Hissedebildiniz mi?
Evet; Çanakkale ya da herhangi bir savaş yalnızca topların, tüfeklerin patladığı, insan ölümlerinin ve yaralıların yalnızca sayı olarak bir tarafa yazılı verdiği sararmış sayfalarda kalmış kavgalar ve bu kavgaların sonuçlarını resmeden rakamlar değildir…
Savaş yalnız toplumlar için değil, o zorlukları yaşayan her bir birey için, kendinin karar vermediği, veremediği bir yazgıdır…
Şimdi rakamların ötesine geçelim ve yaşanan güçlüklerin yalnızca bir boyutuna bakalım…
Açlık ve tokluğa…
Yeme içmeye…
Buna literatürde “iaşe” diyorlar…
İaşe, orduların ileri ve geri hareketlerinde, savaşlarında ve eğitimlerinde en önemli sorunlardan biridir…
Tarih şuna tanıklık etmiştir:
Zafer, yalnız orduların süngülerinin ucunda değildir…
Aynı zamanda o orduların iyi sevk ve idare yeteneğinde, iyi doyurulmasında, giydirilmesinde, hastalıklara karşı korunmasındadır…
Balkan Savaşı’nda Osmanlı Ordusu çok mu güçsüzdü? Silahı, cephanesi mi yoktu?
Hayır!
Yalnızca iyi sevk ve idare edilememişti. Kıtalar doyurulamamış, herhangi bir bilgi ya da emir ulaştırılamamış; birlikler arasındaki irtibat tam bir keşmekeşe dönmüştü.
Depolarda beslenecekleri yiyecekler varken; askere ulaştırılamamış, bunun sonucu olarak da açlıktan ve hastalıktan ölümler olmuştu.
Hatta Ordu Komutanı Abdullah Paşa, kaldığı karargâh evin bahçesinde yaverinin topladığı mısır köklerini kemirerek savaşı komuta etmeye çalışmıştı.
Balkan Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nu yenen; Bulgar-Yunan-Arnavut ve Sırp Orduları değil, işte bu keşmekeş ve sevk ve idaredeki başarısızlıktı.
Ulaştırma ve haberleşme işlerinin düzenli yapılamayışı; iyi bir örgütlenme ile askerin iaşesinin sağlanamamasıydı…
Çanakkale nasıl bir zaferdir?
Yanıtını verelim:
Türkleri ulusal bilince taşıyan ve gelecekte o ulusal bilinç etrafında yurtlarını savunma bilincini yaratan; Balkan Savaşları’ndaki ezikliği dirilişe yönelten büyük bir zaferdi Çanakkale Savaşı…
Türk Ulusu’na büyük bir özgüven kazandıran en önemli tarihsel olaylardan biriydi…
Şimdi bakışlarımızı Çanakkale cephesine yönlendirelim…
Orada, cephelerin hemen ardında yaşanan iaşe olayına gözlerimize çevirelim. Nasıl bir örgütlenme ve çaba ile cephede savaşan askerin tok tutulabilmesi için ordunun arkasındaki olağanüstü çabayı anlamaya çalışalım:
1915 yılı Mart ayındayız…
Dünyanın en güçlü donanmalarından biri olan İngiliz Fransız ortak donanması, Çanakkale ve Gelibolu’yu denizden kuşatmış…
Mavi suların üzerinde dev gövdeleriyle yüzen gemiler karaya doğru yönlerini dönmüşler ve uzun menzilli toplarını hedeflerine yöneltmişler…
Kara kısmında ise Türkler kazdıkları mevzilerde ve tabyalarda ufku gözetliyorlar…
Denizde de küçük boyutlu hareketlilikler var; ama kara çok daha canlı ve renkli…
Bölgeye asker sevki sürüyor…
Boğaz büyük ölçüde büyük gemilerin trafiğine kapanmış. Ancak küçük deniz taşıtları boğaza girip çıkabiliyor. Karadeniz’de ise Rus donanması bütün ağırlığıyla ve unsurlarıyla bekliyor. Aralıklarla Türk donanmasına bağlı unsurlarla karşılaşıyor ve çatışmalar oluyor…
Ancak Karadeniz bölgesinden deniz yoluyla Başkent’e ulaşım bütünüyle kapanmış gibi…
Kömür havzalarının denize açılan iskeleleri ile her türlü ürünün gemilere yüklendiği iskeleler Rus donanmasının baskısı altında…
Trakya Bölgesi’nde Edirne’ye kadar olan kısım bütünüyle seferberliğin en katı uygulandığı bölgelerden biri…
Boğazın ağzını kapatmış olan Müttefik Donanması boğazı zorlayarak Marmara’ya girmek istiyor…
Ve Sultan’ın başkenti büyük bir endişe içinde… Bekleyiş sürüyor. Başkent kulağını çevirmiş, Çanakkale’den gelecek herhangi bir haberi bekliyor…
Çanakkale’ye ve Gelibolu Yarımadası’na yığılmış yüz binlerce kişi, sivil yaşamdaki üretim uğraşılarından koparılmış ve bölgeye savaşmak için gönderilmiş…
Yani üreten iken; artık üreten değiller…
Daha da ötesi, tüketen boyutuna geçmişler… Üreten azalmış; tüketen katlarca artmış…
Onu da geçtik; ülke pek çok cephede savaşıyor…
Çanakkale’ye yüz binler gönderilmişken; aynı zaman diliminde Kafkas, Irak, Suriye ve Filistin Cephelerinde de başka yüz binler var…
Kalabalık kıtalarda görev yapan askerlerin her birinin üç öğün doyurulması, giydirilmesi var…
İçecek su nereden bulunur?
Bir hastalık varsa sağlık sorunları nasıl çözülür? Askerin morali, eğitimi ve duygu dünyası nasıldır?
Öyle bir organizasyon kurmalısınız ki bütün bu sorunları usulünce çözebilmelisiniz.
Yalnız bir ürünü üretip, tüketenin kullanımına sunmak yetmiyor… Onu almak, ta cephelere kadar taşımak; depolamak, depo ortamlarında sağlıklı biçimde saklamak bunun yanı sıra düzenli olarak pişirmek ve cephede, siperin içinde görev yapan askerlere kadar sağlıklı biçimde ulaştırmak…
Servis etmek ve sonra da hemen öteki öğün için aynı şeyleri yapmak…
Çanakkale Bölgesi’nde 5. Ordu kurulduğu zaman, orduda görev yapan birliklerin gıda ve öteki gereksinimlerini sağlamak için, Levazımat Müdürlüğü kuruldu…
Bu müdürlük bu gereksinimlerin sağlanması ve görevlerin yerine getirilmesiyle uğraşacaktı…
Örneğin gıda alanında, gıda ürününü satın almak ya da yükümlülük kapsamında elde etmek ve depolara kadar ulaştırmak bu birimin göreviydi.
Gıda ve diğer gereksinim duyulan ürünlerin ya da malzemenin en uçtaki savaşan birliklere kadar ulaştırılabilmesi için menzil örgütleri kurulmuştu.
Bu menzil örgütlerinin ulaştırma işini gerçekleştirebilmesi için onlara bağlı olarak çalışan taşıma kolları oluşturulmuştu…
Bunlar deve kervanları, öküzlerce çekilen kağnılar ile at, katır ve eşek kollarından oluşmaktaydı…
Ancak bu yapı içinde yer alan her bir oluşumun da kendine göre gereksinim duyduğu kimi şeyler vardı:
Örneğin, alım ve taşıma işinin düzenli yapılabilmesi için gerekli paraya sahip olmak en önemli konuydu.
Çünkü satın alma yöntemiyle iaşe maddelerinin edinilmesi için nakit para gerekliydi. Bundan ayrı olarak taşıma işinde kullanılacak deve, öküz, at, katır ve eşekler gerekliydi. Bu hayvanlar, bu zor zamanlarda önemli bir görevi yerine getiriyorlardı. Ancak onların kendilerine düşen görevi daha iyi yapabilmeleri için iyi beslenmeleri, sulanmaları ve barındırılmaları gerekliydi.
Bunun ötesinde ürünün kaynağından alınıp, bu araçlarla tüketildiği yere kadar götürülmesi için gerekli düzenli yollara ihtiyaç vardı. Üzerinde büyük oyuklar oluşmamış, taşla toprakla kapanmamış, sel yarıklarıyla bağlantısı kopmamış yollar son derece gerekliydi.
Dere yataklarında güvenli geçit noktaları ve köprülerin kurulmuş olması son derece önemliydi. Yine bu yol güzergâhında herhangi bir saldırıya karşı güvenlik önlemi almak lazımdı, güvenlikli ve temel gereksinimleri giderebilecek dinlenme yerleri de bulunmalıydı.
Daha da ötesi, yolun sonuna gelindiğinde; içinde iaşe maddeleri olan çuvalları, denk yığınlarını, sandıkları ve kutuları yığacak ya da istifleyecek ambarlara ve depolara gereksinim bulunuyordu.
Bunlardan birisi yoksa zincir kopar ve yapılan iş, sona erdirilemeden bir anda buharlaşabilirdi.
O zaman da askerin aç ve susuz kalması büyük bir olasılıktı. Aç ve susuz kalan asker savaşamaz; bulunduğu savunma çizgisini koruyamazdı.
Bu olasılık, imparatorluğun geneli olarak güvenlik gözler önüne getirildiğinde, tam bir felakete ve büyük bir yıkıma neden olabilirdi.
Bütün bu koşullar yerine getirildiğinde de başka sorunlar kendini gösteriyordu:
Taşınan ürünlerin bir saklanabilmesi için ana dağıtım noktalarında depo ve ambarlara gereksinim vardı.
Bu ana ambarlardan, daha ötelere, cepheye kadar iaşe maddelerini götürecek menzil kollarına gereksinim vardı. Ve elbette cephenin hemen ardında daha küçük depoların kurulması gerekiyordu.
Gerçek görev; ilgili yönetmeliklerde belirlenmiş oranda ve nitelikte yemeğin cephede, uçlarda ve daha gerilerde görev yapan askerlere sağlıklı biçimde ulaştırılmasıydı.
Uygun yerlerde mutfaklar kurulması gerekliydi. Pişen yemeği korunaklı taşıma kaplarında savaşan birliklere dek götürecek taşıma ve dağıtım kollarına ihtiyaç vardı.
1915 yılının ilk aylarında bölgede yoğun askeri yığılmalar olduğunda, Cephe Komutanlığı gerekli iaşenin sağlanması için alınması gereken önlemleri sıralayan bir genelge yayınladı.
Bu genelge bütün bu hizmet zincirlerinde uyulacak kararları, sorumlulukları ve yükümlülükleri sıralıyordu.
Biga, coğrafya üzerindeki konumu gereğince son derece önemli bir noktada yer almaktaydı. En önemlisi de; bulunduğu nokta olarak Marmara Denizi üzerinden deniz taşıtı ile gelecek iaşe maddelerinin ulaştırılacağı bir yerdeydi. Yine Anadolu’dan, Çanakkale üzerinden Gelibolu yarımadasına ulaştırılacak gıda denklerinin kolayca ulaştırılabilmesine olanak sağlıyordu.
Dolayısıyla orada kurulacak büyük bir iaşe deposu, kolayca ana dağıtım üssü görevi de görebilirdi. İaşe ürünleri oraya ulaştırılabildiğinde, artık iş menzil kollarına ve onların çabalarına kalıyordu.
Her kolaylığın, bir de zorluğu olması doğaldır…
Bu genel kural, Biga için de geçerliydi. Deniz yolundan ilk başlarda iaşe yükü getiren taşıtlar buraya ulaşarak, denklerini yığıyorlardı.
Deniz yoluyla gelen ise Akbaş-Kilye koyundan dağıtılıyor ya da güzergâh üzerindeki merkezlerdeki noktalara indiriliyordu. Ancak ilerleyen dönemde deniz yolunun kapanması ve bu yolla gıda ürünlerinin taşınmasının kesilmesi gibi güçlü bir olasılık vardı.
İstanbul’dan gelen gıda ürünleri ise Uzunköprü’ye kadar tren yoluyla getiriyor; buradan mekkâre kervanlarıyla menzil ambarlarına götürülüyordu.
Biga, kuşkusuz Avrupa yakası için bir görev üstlenmişti.
Onun yanı sıra Burgaz, Akbaş, Karabiga, Ezine ve Bayramiç’te de birer ambar açılmıştı. Buralarda da erzak depolanmıştı ve gereksinim duyuldukça buralardan cepheye doğru aktarılıyordu.
Ancak Anadolu yakasında da askeri birlikler yığılmıştı. Dolayısıyla o tarafta da depoya gereksinim vardı. Ve gıda ürünlerini uç noktalara kadar taşıyan ve pişirip askere bir düzen içinde servis yapabilen kapsamlı bir teşkilata…
Hem Biga’ya hem de Çanakkale’ye bu gereksinimin karşılanması için depolar yapıldı. Her iki tarafta da erzak kolları oluşturuldu. Yetkililer depolarda ne kadar erzak bulunduğunu sık sık tespit ederler ve eksilen kısımları tamamlamak için yeni çalışmalara başlarlardı.
İlk başlarda depolarda askere en az bir ay yetecek oranda ürün bulunmasına dikkat edilmişti. Sonradan bu, Enver Paşa’nın emriyle üç aylık süreye kadar uzatıldı. Bu nedenle artık ambarlara gıda sevkiyatının daha yoğun biçimde yapılması zorunluluğu ortaya çıktı.
Örneğin, 9. Tümen için, 8 Mart 1915 tarihinde İstanbul’dan bir anda 1.280 ton yiyecek getirildi.
Bu yollarda daha hareketli ve yoğun biçimde gıda taşımacılığının yapılması, kervanların sık aralıklarla gidip gelmesi, kağnı ve mekkâre kollarının daha yoğun ve sık olarak gıda maddesi taşıması anlamına geliyordu.
Bir İstanbul gazetesinin verdiği habere göre; İstanbul’dan hareket eden bir kişi, savaş bölgesine doğru gitmişti.
Yol boyunca erzak ambarlarının içinde, sundurmalarında ve çevresinde yığılmış erzak çuvalları, yağ tenekeleri, fıçılar görmüş ve bunların sanki küçük birer tepe görüntüsü verdiğine tanıklık etmişti.
Yoluna devam ettikçe gece ve gündüz yollarda kıtalara çay, ayran, ekmek veren askeri çayhanelere denk gelmişti. Arabalarla ve develerle taşınan ve hiçbir zaman arkası kesilmeyen erzak kafileleri bütünüyle orduya gıda taşıyorlardı. Gazete son cümle olarak şunları yazıyordu:
“Bu yüce hizmetler karşısında ordumuz muharebede iaşe konusunda zerre kadar sıkıntı çekmemektedir”…
Bu yorumda bir abartı var mıdır, bilinmez…
Belki de moralleri yüksek tutmak için kaleme alınmış bir yazıydı. Ancak içinde gerçek taraflar olduğu da gözden uzak tutulamaz…
Başkent İstanbul’dan cepheye doğru gittikçe, değişik yerlere erzak ambarları yapılmıştı. Cepheye yakın yerlerde yer alan değirmenler, sürekli olarak çalıştırılmaktaydı. Kağnılarla ve deve kervanlarıyla sürekli bu depolara erzak taşınıyordu.
Bu ambarlara buğday, arpa, darı, un, yağ ve şeker gibi gıdalar depolanıyordu. Yine bakliyat, soğan, patlıcan, sardalya yağı, zeytin, zeytinyağı, peynir, patlıcan ve tütün taşınıyordu.
Mutfaklarda kullanılmak üzere maden kömürünün de taşınan maddeler arasında önemli bir yerinin olduğu görülüyordu.
Yine görgü tanıklarına göre, ambarların çatı altlarına bile gıda çuvalları yığılmıştı.
Gece ve gündüz, belli bir sistem içinde askeri kıtalara çay, ayran, ekmek veriliyordu. Yine askerin hareketli olduğu önemli noktalara çayhaneler yapılmıştı.
İaşe maddelerini taşıma işinde, bu işi güçleştiren sorunlar da yaşanmıştı. Bunların başında hava koşullarının kötüleşmesiyle birlikte meydana gelen sıkıntılar vardır.
Örnek verecek olursak yoğun yağmur zamanlarında yollarda taşıt ve yük hayvanlarının gidip gelmesini zorlaştıran güçlükler ortaya çıkıyordu.
Bir diğer sorun da taşıma işini yapan hayvanların, yeterince beslenememesinden dolayı zayıf duruma düşmeleriydi.
Az sayıda kullanılan motorlu taşıtların yedek parça sorunları kendini göstermişti. Kağnı ve yaylı araba gibi taşımada kullanılan araçlar, geleneksel yöntemlerle onarılabiliyordu.
Ancak yine de bütün bu eksiklikler bir araya geldiğinde, toplam görüntüde bir güçlük kendini gösteriyordu. Savaşın ilk evrelerinde pek erzak sıkıntısı çekilmedi.
Ancak, cephenin belli bir noktasında birden yoğun biçimde asker yığılması yaşandığında erzak ulaştırmada güçlükler ortaya çıktı.
Askere verilecek yiyeceğin oranı da, 12 Eylül 1914 tarihli “Tayinat ve Yem Kanunu”na göre belirlenmişti. Buna göre bir ere günlük 600 gram un, 250 gram et ya da 125 gr. Kavurma, pastırma, sucuk ya da konserve et verilmesi gerekiyordu. Buna ek olarak 10 gr. Yağ, 20 gr. Soğan ve tuz verilmeliydi.
Ancak zor zamanlarda bir askere günlük verilmesi gereken gıda oranı düşüyordu.
Örneğin et 62 gram, bu da verilemezse 31. Gram olarak verilirdi. Ekmek bulunamaması durumunda daha ileri hatlardaki avcılara, dayanıklılığı nedeniyle verilmesi daha yararlı olan peksimetin, ekmek kadar besin değeri yoktu.
Çanakkale cephesinde bir askere günde 900 gram ekmek veriliyordu.
Bunun yanında sıcak yemek de verilmesine önem veriliyordu. Sıcak yemeklerin başında pirinç çorbası, etli fasulye ve nohut, bulgur pilavı verilmekteydi. Yine kuru bakla ve komposto sık sık dağıtılıyordu.
Çerez olarak da kuru üzüm ve fındık verilmekteydi. Aralıklarla askerlere tütün de dağıtılmaktaydı.
Cephede en ön hatta çarpışan askerlere uzun süre dayandığı için peksimet dağıtılıyordu. Askerin yeşillik yemeleri için çaba harcanıyor; kimi zaman bunlar o bölgede doğal ortamından toplanıyordu.
Amerikalı gazeteci Arthur Raul, 1915 yılının mayıs ayında Türk cephelerini gezdi. Geri hatlarda askerlerin sabah kahvaltısında çay, keçi peyniri, zeytin ve esmer ekmek yediklerini ve bu yiyeceklerden kendilerine de ikram edildiğini yazdı.
Askere verilen öğle ve akşam yemeğini gördüğü zaman; bunların çok iyi pişirilmiş et, pirinç ve tatlı yediklerini yazdı.
O’nun gözlemine göre, askerler bu yiyeceklerle bir köylü Türk’ten daha iyi besleniyorlardı. Akşam yemeğinde askere çorba, et, taze fasulye, taze ekmek, erik kompostosu ve pilav verilmişti.
Önemli sorunlardan biri de cephedeki askere temiz ve içilebilir su sağlanmasıydı.
Karşı tarafın içme suyu gemilerle adalardan getiriliyordu. Bu su son derece sağlıklıydı ve askerin içmesi durumunda hiçbir risk söz konusu değildi.
Türk tarafında ise durum daha farklıydı. Özellikle kara savaşlarının en yoğun olduğu dönemlerde, insan ölüleri toplanamıyordu.
Ara sıra küçük süreli bırakışma anlaşması yaparak, iki tarafın rahatça ölülerini bulundukları yerlerden alarak gömmeleri için imkân sağlanıyordu. Ancak bu bir süre etkili oluyor, ardından ateş hattı içinde ölen askerlerin cesetleri kısa sürede çürümeye yüz tutuyordu.
Çürüyen cesetler, su kaynaklarını kirletiyordu.
Yine insan ve hayvan dışkıları çevreye gelişigüzel yayılmış durumda bulunuyordu.
Bu da su kaynaklarını kirleten önemli bir etkendi.
Bölgede bulunan kaynak sular oraya yığılan insan potansiyeline göre oldukça azdı.
Yeterli su olmadığı gibi bir de bu nedenlerden ötürü var olanların önemli bir kısmı da kirlenmekteydi.
Bu durum, salgın hastalıklar için son derece uygun ortam yaratmaktaydı.
Bir noktada var olan temiz suyu, her bir yana ulaştırabilmek de güçtü. Sarnıçlar aracılığıyla hayvanlarla su taşındığı gibi, cephenin değişik yerlerine serpilmiş biçimde az da olsa taş çeşmeler vardı. Ancak bunların ilaçlanmadan içilmesi, askerin hastalanmasına zemin hazırlayacak riskler oluşturuyordu.
Su kaynağı belirlenen belli yerlere kuyular açıldı. Yine cepheye yakın yerlere yapılan su depolarına su kuyularından su taşıyacak hatlar yapıldı.
Bu kimi zaman borularla kimi zamansa kaynakla deponun yakın olduğu yerlerde su kanallarıyla ve küçük haznelerle gerçekleştiriliyordu. Su depoları ilaçlanarak, salgına neden olacak mikroplardan arındırılmaktaydı.
Ancak bölgede yoğun ölümler, çevre kirlenmeleri olduğu için, kimi yollarla suyu kirletecek madde ve sızıntıların suya karışmasının önüne bütünüyle geçmek olanaklı değildi.
Bu nedenle, savaşın en yoğun olduğu 1915 yılı Ağustos ayında pek çok askerde dizanteri salgını görüldü. Bunlar için ilaç bulunamadığı için, kimi alaylarda askerin tümüne killi toprak yedirildi.
Asker, savaşın en yoğun olduğu zamanda giysilerini değiştiremiyor ve beden temizliğini yapamıyordu.
Bit yaygındı.
Bu canlının önemli bir taşıyıcı olduğu ve hastalığı ürettiği biliniyordu. Ancak onlarla da mücadele etme yöntemleri yok gibi bir şeydi.
Bu olumsuzluklar, askerde tifüsün yayılmasına da neden oldu. Ancak bu önemli hastalık, pek yayılmadan önlenebildi.
Sıtma ise çok yaygındı.
Sivrisineklere karşı cibinlik kullanılmaya çalışılıyordu.
Su birikintilerinin olduğu yerler, sivrisinek üretiyordu. Kimi kanallar açılarak, bu kirli sular kurutulmaya çalışıldı.
Hatta hayvan gübresi yakılarak, bölgeden sivrisineklerin kaçması sağlanıyordu.
1915 yılının Ağustos ayından sonra askerde yeterli beslenememenin etkisiyle de kimi hastalıklar baş gösterdi.
Örneğin diş etlerinde çekilmeler tespit edildi. Yapılan incelemede bu hastalığın nedeninin, yeterince yeşil sebze ve meyve tüketilmemiş olmasından kaynaklandığı anlaşıldı.
Bu neden anlaşılınca askere yeşil yiyecek verilmesi için kimi önlemler alınsa da bu önlemlerde pek başarılı olunamadı.
Çanakkale Savaşı günlerinde gıda ürünleri arasında et, sebze ve meyve sıkıntısı çekildiği görülmekteydi.
Askere verilen gıda genellikle bakliyat ağırlıklıydı. Erlere verilen gıdanın 3.000 kalorilik değerde olmasına çalışılmıştı.
Askerlere gıdanın sıcak yemek biçiminde verilmesi en önemli hedefti. Ancak savaş koşullarında sıcak yemek çıkarmak her zaman mümkün olmuyordu. Bunun için sürekli çalışacak mutfaklara gereksinim vardı.
Siperlerde görev yapan askerlerin doyurulması siper gerisinde görev yapanlara göre daha zordu. Yoğun çatışma zamanlarında; gerekli zamanda gerekli oranda erzakın siperlere kadar taşınması son derece güçtü.
Her taburda bir tabur mutfağı vardı.
Bu mutfaklarda sıcak yemek pişirilirken çıkan duman, düşman gemilerinin namlularını oraya çevirmesinde ve hedef haline gelmesine neden oluyordu.
Bu yüzden mutfakların olabildiği kadar uzak noktalarda kurulmasına öncelik verilmişti.
Mutfaklar uzak olduğunda da pişirilen yemekler cepheye gidene kadar soğumaktaydı.
Taşıma anında yollarda dökülerek, ziyan da oluyordu. Mutfakta pişirilen yemekler bakır kovalara, tahta sadıklar içine konan gaz tenekeleriyle taşınmaktaydı. Kovalar ve tenekeler merkeplerin sırtında taşınıyordu.
Levazım Dairesi adıyla bir birim, ordu için gerekli erzakı sağlamakla ve düzenli biçimde dağıtmakla görevliydi. Askerlere erzak, hayvanlara yiyecek sağlanması gerekliydi.
Bu amaçla Tekâlif-i Harbiye komisyonları kurulmuştu. Bu komisyonlar tarafından buğday, buğday unu, mısır unu, peksimet, fasulye, et, konserve ve kavurma, sebze, pirinç, yumurta, fasulye, bakla, bulgur, patates, peynir, tuz, şeker, çay, üzüm, kepek, çavdar, sardalye, hurma, sabun ve arpa gibi maddeler satın alma yoluyla sağlanmıştı.
Orduda yoğun oranda at ve taşıma hayvanları kullanıldığı için, onların saman ve yem gereksinimlerini sağlamak önemli bir görevdi. Erzak taşıma işinde hamal kolu, öküz kolu, eşek kolu, deve kolu gibi birimler oluşturuldu.
Kış koşullarında, askerin beden ısısını daha yüksek tutabilmek için pekmez, kuru üzüm gibi maddelere gereksinim duyulmuştu.
1915 yılının sonunda bu nedenle yakındaki vilayetlerden bu maddelerin elde edilmesine çalışıldı. Erdek’te yetişen üzümler, şarap yapımı için kullanılıyordu. Bu nedenle ordunun isteği doğrultusunda, acil ihtiyaç gerek gösterilerek, o yıl için şarap üretiminden cayılması ve üzümlerden pekmez yapılmasını istedi. Yine hayvanlar için yoğun biçimde samana gereksinim olduğundan, bunun da önemli bir kısmının çevre vilayetlerden sağlanmasına çalışıldı.
Erzak, Doğu Trakya üzerinden taşınıyorsa; Uzunköprü ve Keşan’dan başlıyor, Bolayır, Gelibolu ve Bigalı’dan geçerek, Seddülbahir’e kadar geliyordu. Anadolu’dan ise Balıkesir, Balya, Ezine, Çanakkale üzerinden depolara ulaşıyordu.
Çanakkale’de yoğun olarak gıda ürünlerine gereksinim olduğu için, buradan başka yerlere erzak ihracatı yasaklandı.
1915 yılının sonlarında ordu birliklerinin erzak durumu pek de kötü değildi. Ancak bölgede yerleşik sivil halk gıda ürünleri yönünden sıkıntı içindeydi.
Zaman ilerledikçe, askere verilen yiyecek konusunda sıkıntılar yaşanmaya başladı.
Bu sıkıntılı durumda, geri hatlarda görev yapan askerlere de peksimet dağıtılmaya başladı.
Bunun nedeni, düşman donanmasının ve uçaklarının zahire taşıyan gemilere ve gemilerin yanaşıp yük boşalttığı Akbaş Limanı gibi limanlara bomba yağdırmasıydı.
Savaşta bombardıman anında askerler, siperlerin dibine oturur ve beklerlerdi. Bu bombardımanlar bazen sekiz saate yakın sürebiliyordu.
Bu süre içinde siper dibinde oturmuş askerler, yalnızca dua ederlerdi.
Patlama siper içinde olursa, dumanın etkisiyle bayılanlar bile olurdu. Kara harekâtı başlayana kadar askere sürekli olarak eğitim verilmişti.
Yine özel günlerde askeri savaşa ve ölüme hazırlamak için cephede görevlendirilmiş hocalar askerlere vaaz veriyordu.
Yine kara harekâtı yokken, asker günlük askerlik eğitimini yapıyor; sonra ülke ve dünya sorunları üzerinde onlara dersler veriliyordu.
Dinlenme anlarında ise halk hikâyeleri anlatılıyordu. Bunlar genellikle askerin kendi içinde bu tür becerileri olan kişilere doğaçlama yöntemiyle yaptırılıyordu.
Akşam olduğunda yemek zamanı, ekmek ve yiyecek yüklü uzun eşek kafileleri vadilerden çıkarak avcı siperlerine doğru geliyorlardı.
Balkan Savaşı’nda Türkler askerlerine ekmek veremiyor, cephaneleri yetersiz kalıyordu.
Oysa Çanakkale’deki askerin hiçbir eksiği yoktu.
Ekmek, askerin bulunduğu yerde yapılıyordu.
Un fazlasıyla sağlanabiliyordu.
Pek çok yerde mutfaklar kurulmuştu.
Bu biçimde askere düzgün sıcak yemek verilmesine çalışılıyordu. Bir gazetecinin dediğine göre, birinci hat siperlerde bulunan askerlere kahve bile veriliyordu.
“Avcı askerlerinin, değişik çukurlarda bulunması insana pek garip geliyor. Ufak meşelikler ve fundalıklar ile örtülmüş olan dağlar, dere, bayırlar ile de ayrılmış olduğundan bir delikte saklanmış olan avcı neferlerine yetecek yemek, içecek su ve atacak kurşun verildiği takdirde sonuna kadar orada günlerce yaşayabilir. Gazeteci zabitan lokantasında sığır eti, peksimet, reçel ve su olmadığından dolayı rom denilen içki ile karıştırılmış teksiz olunmuş süt ile taam ettik.”
Askerin gereksinimi olan yağ ve sabun, yağhanelerden veya sabun yapım atölyelerinden sağlanıyordu. Yurt dışından piyasa için getirilen çay ve şekerin ise yüzde 15-25’ine askerin gereksinimi için el konulmaktaydı.
İlerleyen zaman içinde büyük bir tehlike ortaya çıktı:
Düşman uçakları, Türk askerinin iaşesini engelleyerek onu savaş dışı bırakmak için iaşe depolarını hedef almıştı.
Bu amaçla bu depolara saldırılar düzenliyor; depolara iaşe getiren kervan yollarında yer alan önemli geçitleri vuruyordu. İstanbul’dan Çanakkale’ye doğru uzanan yol, bu nedenle büyük bir tehlike altına girmişti.
Çanakkale Savaşı’nda askerin iaşesi, bu savaştan iki yıl önce gerçekleşen Balkan Savaşları ile karşılaştırıldığında çok daha düzenli ve iyi durumdadır. Savaşın sonlarına doğru yaşanan kimi gıda maddelerinin eksikliği ve askere verilen gıda oranlarının düşürülmek durumunda kalınması dışında ciddi bir sorun yaşanmadı.
O tarihlerde Osmanlı Orduları pek çok cephede savaşıyorlardı. Bu bölgelerle karşılaştırma yapıldığında da görülür ki; yine de Çanakkale cephesindeki asker, çok daha iyi beslenmiştir.
Kuşkusuz başta iaşe olmak üzere, lojistik hizmetlerinin düzenli ve kesintisiz yapılması da savaşın yazgısı üzerinde etkili olmuştur.
Eğer lojistik hizmetleri düzensiz yapılsaydı ve cephede savaşan asker yeterli gıda ve mühimmatı bulamasaydı, bu olumsuzluklar savaş üzerinde daha büyük sorunların ortaya çıkmasına neden olabilirdi.
İstanbul imparatorluğun başkenti oluşu; savaş bölgesinin başkente yakınlığı ve ardında da başta Marmara Bölgesi ve Doğu Trakya bölgesi gibi iaşeye rahatlıkla kaynak oluşturulacak bölgelerin bulunuşu; üstelik öteki cephelerle karşılaştırıldığında menzilin, yani iaşe diğer lojistik hizmetlerinin daha kısa mesafede yapılıyor oluşu; gözle görülür bir rahatlık sağlamıştır.
Elbette ülke savaş yıllarını yaşadığına ve savaş da Osmanlı İmparatorluğu için, öteki ülkeler gibi büyük zorluklarla geçtiğine göre; gerek sivil yaşamda ve gerekse cephelerde beslenme ve iaşe sorunu, savaş öncesi yıllara göre kuşkusuz daha ağırdır ve zorluklar kendini göstermiştir.
Ancak bu olumsuzluğun, düzenli ulaştırma, taşıma ve yeterli iaşe sağlanabilme gibi nedenlerle, savaşın yazgısını değiştirecek boyuta ulaşmadığı anlaşılmaktadır.
Kısacası asker en azından az da olsa bir ölçüde yiyecek bulabilmiş; cephenin karşısında düşman saldırıların yarattığı baskı; bir de cephe gerisinde açlık ve bunun tetikleyeceği diğer sorunlarla içten bir kuşatma havasına dönüşmemiştir…
Bu açıdan değerlendirildiğinde Çanakkale Savaşı’ndaki iaşe uygulama ve hizmetlerinde Osmanlı Ordusu’nun önceki yıllara göre oldukça yol aldığı; daha düzgün bir planlama yapabilme yeteneği geliştirdiği; iletişim ve haberleşme tekniklerini daha düzgün ve doğru biçimde kullandığı görülmektedir.
Prof. Dr. Kemal Arı,
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Enstitüsü
Yorumlar
“816) Çanakkale Savaşında Asker Nasıl Beslenirdi?” yazisina 1 Yorum yapilmis
Yorum yap
Bizim Cumhurbaşkanimiz Gurbangulı Berdimuhammedovun bir sözi var: Askerin yemegi bol, elbisesi iyi ve silahi elinde olmalidir. Gerçekden hem bu denilenler olsa o ordunun karşisinda duracak hiç bir şey yokdur. Örnek vereyim türkler neden ruslarla yapdigi savaşlarda yenilgiye uçradilar. Çünki ruslarin Suvorov, Kutuzov gibi savaşlarda bişen generallerinden ziyade ordunun beslenişinin iyiligindedi. 1881’dede oyleydi yani Göktepe savaşinda türkmenler biçakla baltayla savaşdilar ruslarsa o devirin en modern silahlariyla. Ikinci cihan harbinde savaşan dedemin amcalari öyle diyordu: cephede 9 adama bir tüfek yetiyordu. ama almanlarda herşey vardi, silahlar araçlar, elbise yemek malzemeleri herşey… Işte boyle. Makale çok isabetli ve dogru..